• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Kur’ân’ın şahitleri

Kur’ân’ın kıymetini anlamak için bir de onun talebelerine göz gezdirmeli. Sahabe ve tâbiîn efendilerimizin nasıl bir ömür sürdüklerini görmeli. İmam-ı Azam, İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Malik, Ahmed b. Hanbel, Abdülkadir Geylânî, İmam-ı Rabbânî, Şah-ı Nakşibendî, Hazret-i Mevlânâ ve Bediüzzaman gibi Hak dostlarını büyüten, onları hüsn-ü misal yapan Kur’ân’ın mesajından başka nedir? Hadis-i şerifleri rivayet edip o bereketli sözlerin bizlere ulaşmasını sağlayan selef-i sâlihînin hayat hikâyelerine baksanız hayran kalırsınız, onları uhrevîleştiren şey Kur’ân’ın mesajı değil midir?

Onlar, sürekli Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda bulunma temkiniyle yaşamışlardır. Daima, “enis ü celîs” bildikleri “Dost”la beraber bulununca da konuşmaları hep “sohbet-i yârân” olmuştur. Onun rızasından başka bir şey düşünmemiş, onun hoşnutluğuna vesile olacak meselelerden başka bir şey konuşmamışlardır.

Bu mesele, biraz iradenin hakkını vermeye; biraz Allah (celle celâluhû) tarafından konduğu yerin, konumunun farkında olmaya ve biraz da duruşu çok iyi belirlemeye bağlıdır. Hele her şeyin günlük hâdiselere bağlandığı, aktüalitenin çok öne çıktığı, insanların “Hayır, doğrusu siz şu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz, onun için ahireti terk edipdurursunuz” (Kıyamet, 75/20-21) âyetine mâsadak yaşadığı bir dönemde bizim için Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda bulunma ve bunu hissetme halini yakalamak çok zordur. Bu mevzuda fikir jimnastiğimiz olmalı. Meseleler hep gelip “sohbet-i Cânân”a dayanmalı. Oturup kalkarken, dünyevî meselelerden bahsederken bile ahiret buudlu davranmalı. “Allah’ı başkalarına tanıtma ve bu vesileyle kurtulma”, yapacağımız işlerde rotayı tayin etmeli. Mesela, teknolojiden bahsederken “Bu teknoloji Rabb’imizi anlatma adına ne işe yarar? Şu ilmî inkişafı, Rabb’imizi insanlara duyurma adına nasıl değerlendirebiliriz? Uhrevî hayatımız adına interneti nasıl kullanabiliriz?” sorularının cevabı aranmalı.

Mesela, bugün, biz meşgul olsak da olmasak da internetin de bağımlıları var. Bazıları onu kendi hesaplarına, şeytanın oyuncağı gibi kullanıyor ve sürekli kötülük yayıyorlar. İnanan insan, onu da uhrevî kazanç vesilesi yapabilir. Fakat o dikkatli olur; hangi tuşa dokunacak, hangi sayfaya girecek, bunu iyi belirler. Tahminî bir tuşa dokunurken de “İnşaallah karşımıza iyi bir şey çıkar” mülâhazasıyla teyakkuzda olur. Bunlar, kalb ibresinin göstermesi gereken noktaya yönlendirilmesi açısından çok belirleyici hususlardır.

Bir mü’min, kâinattaki her şeyde Allah’ı gösteren bir işaret bulur; ona bakar, Cenâb-ı Hakk’ın izlerini görür. Bu, teknolojiyle de mümkündür. Mesela, çağın büyüklerinden birinden dinlemiştim, Hz. Bediüzzaman arabayla bir yere giderken radyoda şarkı çıkıyor. Arabayı kullanan şahıs, Üstad’ın lâubalîliğe karşı kapalı olmasına saygısının ifadesi olarak radyoyu kapatmak istiyor. Radyonun düğmesini çevirirken Bediüzzaman kendisine has edasıyla, “Dur keçeli...” diyor, “ben hava unsurunu temaşa ediyorum, havayı insanların hizmetine veren Allah’ın kudretini tefekkür ediyorum.”

Hani daha önce de çok anlattım; Alvarlı Efe Hazretleri, “Dört güzeller” türküsünü duyunca Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi hatırlayıp iki gözü iki çeşme ağlarmış. İşte onun gibi, Üstad da orada konsantre olmuş; şarkıyı değil, o şarkının ötesinde hava nimetini dinliyor, onu tefekkür ve temaşa ediyor.

Bu müthiş adamı görmeyi hepiniz gibi ben de çok arzu ederdim. Dizinin dibinde oturmayı, sohbetine ermeyi, dinlemeyi çok isterdim. Nasip... Belki bize görememenin hasret ve hicran sevabı, görenlere de huzurun insibağının sevabı yazılır.

Bazı âlim ve ârifler, etraflarındaki ulemaya göre konuşmuşlar; meseleleri onların seviyelerine göre anlatmışlardır. Bediüzzaman’a gelince, o, meseleleri herkesin anlaması için gayret göstermiş; hatta mübtedilerin ve avamın anlamasına da önem vermiştir. Kur’ân’daki, tenezzülât-ı ilâhiye ve beşerin anlayışına göre hitap esprisini örnek alan Bediüzzaman’ın bu şekildeki bir tenezzülü de onun büyüklüğüne bir kat daha büyüklük katmaktadır. Onun kolay söylenir görülen öyle ifadeleri vardır ki, bunlar tam bir sehl-i mümteni örneği, enfes beyanlardır. Mesela, Yirmiüçüncü Söz’ün beşinci noktasında şöyle diyor:

“Hem dua bir ubudiyettir. Ubudiyet ise semerât-ı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise; o nevî dua ve ibadetin vakitleridir; o (dünyevî) maksatlar, (dua ve ibadetlerin) gayeleri değildir. Mesela; yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa; o dua, o ibadet halis olmadığından kabule lâyık olmaz. Nasıl ki güneşin gurubu akşam namazının vaktidir; güneşin ve ayın tutulmaları da küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir...”

Buradaki ubudiyeti, usul-ü fıkıhta kullandığımız “taabbudî” mânâsında anlamak gerekir; yani, çok defa mânâsını anlayamasak da Allah’ın emri olduğu için yapıp neticesini Allah’tan istediğimiz ibadetlerdir. Mesela, duada Rabb’imizden istediğimiz şeylerle onun veriş keyfiyeti arasında sebep sonuç mülâhazasına göre bir münasebet yoktur. Sebeplerle tarttığınız zaman görürsünüz ki, sizin istek ve yakarışlarınızdan bu netice çıkmaz. İşte o zaman, Allah’a güveniniz, itimadınız nisbetinde esbab üstü, doğrudan doğruya Hz. Müsebbibü’l-Esbâb’dan, Hz. Kâdiu’l-Hâcât’tan istediğinizi istersiniz; o da herhangi bir sebebe iktiran etmeden verebilir.

Çok eski yıllarda bir arkadaşımız, “Yağmursuzluk dahi yağmur duasının vaktidir” cümlesini işitince bu orijinal yoruma âdeta vurulmuştu. Evet, âdet-i Sübhânî açısından yağmurun vakti bellidir; ay ve güneş tutulmalarının vakti ve ne zaman son bulacağı çok önceden hesap edilebilmektedir. Fakat biz yine de yağmur duası yapıyor; husuf ve küsuf namazları kılıyoruz. Evet, yağmursuzluk, yağmur duasının vaktidir. Ay ve güneş tutulması da, husuf ve küsuf namazlarının vaktidir. Biz ülfetten dolayı bu ifadeleri okur geçeriz; ama Üstad Hazretlerinden başka birinin böyle dediğini de hatırlamıyorum.

Üstad yine, “Esbâba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. Esbabın içtimaı; müsebbebi (sonuç, netice) îcad etmek için değil, belki lisan-ı hâl ile müsebbebi Cenâb-ı Hakk’tan istemek için bir vaziyet-i marziyye almaktır. Hatta çift sürmek hazine-i rahmet kapısını çalmaktır” diyor.

Biz bazen bu hâlisâne mülâhazaları koruyamıyoruz. Mesela, hekime müracaat ediyoruz, etmeliyiz de; fakat bazen şifayı sanki hekim verecek, sanki o tedavi edecek; sanki bizim derdimize aldığımız ilaç iyi gelecek gibi mülâhazalara kapılıyoruz. Oysa ki, izzet ve azamet öyle istemiş: Basit işlerde kudret-i ilâhiyenin mübaşeretinin görünmesini dilememiş. Şifayı veren Hazret-i Şâfî’dir. Cenâb-ı Allah, o ilaçla o şifa arasında bir iktiran (örtüşme) hâsıl etmiştir. Bu tevhid düşüncesi çok defa unutuluyor. Maalesef, bazen hiç farkına varılmadan zımnî bir şirke giriliyor.

Kurban Yerine Sadaka!..

Kurban bayramından önce bazıları, "kurban kesme yerine sadaka verilse" şeklinde tekliflerde bulundular. Dinimize göre, bir ibadetin yerine başka bir hayırlı işin ya da ibadetin konulması söz konusu mudur?

Kurbet Yolları ve Rıza

Kurbet Yolları

Bir insan için en önemli mesele kurbettir; yani, Allah'a yakın olmaktır. Allah'a yakınlık, cismin cisme yakınlığı değildir; o mânevî bir yakınlıktır. Bizim müteşâbihâta girmeme adına kullandığımız üslûb içinde, kurbet, kendi uzaklığımızı aşma demektir. Evet, O bize her şeyden, herkesten daha yakındır; gözsüz göremese, sağırlar duyamasa, hisleri, ihsasları işlemeyen mahrumlar anlayamasalar da O'ndan daha ayân, daha yakın kimse yoktur. O herkese herkesten daha yakındır; bir uzaklık sözkonusu ise, o insanlara aittir. Uzaklık, cismaniyetle, bedenle, nefis mekanizmasıyla alakalı bir husustur. Şehvet, gazap, öfke, kin, nefret, hırs ve inat... gibi kuvveler uzaklaştırıcı faktörlerdir. Bu açıdan, yakınlık, bu kuvvelerin ifrat ve tefritlerini aşmak, istikamet üzere olmak, güzel ahlakı yakalamak, Cenâb-ı Allah'ın yarattığı üzere fıtrat-ı asliyeyi korumak, o kaybedilmiş ise ciddi bir gayretle tekrar öze dönmek demektir.

Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i sahîha, Cenâb-ı Hakk'a yaklaşmanın değişik yolları olduğundan bahsediyor. Mesela, Hazreti Ebu Hureyre'nin (ra) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) diyorlar ki: "Allahu Teâlâ ferman buyurdu: "Her kim Benim velîlerimden bir velîye düşmanlık ederse, şüphesiz Ben ona îlân-ı harp ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili hiçbir amel ile Benim kurbiyetime mazhar olamaz. Bir de, kulum nafileler ile Bana yaklaşır ha yaklaşır ve nihayet öyle bir hâle gelir ki artık Ben onu severim. Onu sevince de, onun işiten kulağı, gören gözü, tutup yakalayan eli... olurum (Yani; onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğrudan doğruya meşîet-i hâssa dairesinde cereyan etmeye başlar). Böylesi bir kul Benden birşey isterse istediğini muhakkak ona veririm. Bana sığınırsa onu hıfz ve sıyânetim altına alırım."

Bu hadisin ifadesiyle, insan farzlarla belli bir ölçüde Cenâb-ı Hakk'a yaklaşır. Farzlarla kurbeti yakalama en sağlam bir yoldur. Çünkü farz dediğimiz şeyler, dindeki zarûriyattır, olmazsa olmaz esaslardır. Hakikî zarûriyât imân esasları; bir manada zarurîyât da İslâm'ın şartlarıdır. Evet, farzlar çok önemli bir kurbet vesilesidir; ama, hadis-i şerifte özel bir kurbetten daha bahsediliyor. Yani, "iyyâke n'abudu ve iyyake nesta'în – Allahım, yanlız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım dileniriz." diyerek sürekli istediğimiz bir kurbet daha vardır. Bu, kendimizi, kendi uzaklığımızı aşmaya mâtuf bir kurbet talebidir. Yardım O'ndan olduktan sonra, Cenâb-ı Hak hiç umulmadık şekilde öyle kurbetler ihsan eder, öyle kurbet cilvelerine mazhar kılar ki, belki hiç düşünmediğimiz, aklımızın köşesinden hiç geçmeyen, hiç tasavvur etmediğimiz, hayalimize de hiç gelmemiş olan yakınlıklara ulaştırılırız. Çünkü nafileler ile kurbet ifade edilirken "...onun işiten kulağı, gören gözü, tutup yakalayan eli... olurum." deniyor. Evet, bu ifadeler bir mânâda müteşâbih olsa da, hadiste nafileler yoluyla daha derince bir kurbete ulaşmanın mümkün olduğu vurgulanıyor. Bu husus, nafilelerin "cebren linnoksan-eksikleri kapama, yarayı sarma" vazifesi görmeleri itibâriyledir. Yani farzında eksiği, gediği, kusuru olan insan nafilelerle onu telafi ettiği için, farzlarla arzulanan netice nafilelerle elde ediliyor. Öyleyse, ana atkılar yine farzlardır; nafileler ise, onların üzerindeki dantela gibi işlenmiş nakışlar...

Ayrıca, kurbet-i nevâfil (nafileler vesilesiyle yakınlık) daha ziyâde evliyâullaha mahsustur. Peygamberler onu aşmıştır; onlar, kurbet-i ferâiz karîbleridir (farzları eda yoluyla yakınlığa eren kutlulardır). Farzların hakkını vererek Allah'a yaklaşma, Enbiyâ-ı izâm ve onların hâlis varisleri olan Asfiyâ-ı Kirâm efendilerimize mahsus bir kurbettir. İmam-ı Rabbânî hazretleri Mektubat'ında bu mevzu üzerinde ısrarla duruyor; farzlarla Allah'a yakın olmanın ehemmiyetine dikkat çekiyor; hatta nafilelere çok düşkünlük gösterirken düşünce ve kanaat itibariyle dahi olsa farzlara gölge düşürmeyi hatarlı-tehlikeli görüyor. Mesela, her gün 100 rekat nafile namaz kılan biri "Şu farzı kılayım da kendi namazlarıma başlayayım." şeklinde düşünse ve "kendimin" dediği nafileleri farzların önüne çıkarsa, onun, kurb-u ferâizle alınan mesafenin çok gerisinde kalacağını belirtiyor.

Bir kurbet eri, Allah emrettiği için, Allah'ın rızasına ulaşmak için yapar yapacağı şeyleri; yani, onun yegâne hedefi Allah'ın rızasıdır. O, "Rabbimin benden hoşnut olmasından başka hiçbir talebim yok" der durur. Gönlünü tamamen o hedefe bağlamıştır. Öyle ki, yer yer beşerî ve cismânî farklı mülahazalar bu duygusunun önüne dökülse, ciddi rahatsızlık duyar. Dahası, ihlasla alakalı bir sırrı başkaları tarafından bilinince tevbe eder. Hatta sebebini bilemediği, iradesiyle önünü alamadığı çok ciddi bir heyecan, bir gözyaşı... dahi onu rahatsız eder, odasına girer ağlar; "Ya Rabbi, tam ayırt edemedim; o hissim, o gözyaşım ve o davranışımla sadece Seni mi hedeflemiştim, yoksa başka mülahazlarla da kirlettim mi o anı? İrademle önleyebilir miydim başkalarına şirin görünen o tavırlarımı? Yoksa ihlas düsturuna ihanet mi ettim?" der, vurunur, dövünür. Gece, yüzünü yere koyduğu zaman gündüz yaptığı ibadetlerden dolayı bile "estağfirullah" der. Busîrî, Kaside-i Bürde'sinde "Amelsiz sözden Allah'a sığınırım." diyor. Kurbet eri de, iyilik adına yaptığı çok şeyden dolayı dahi Allah'a sığınır, zahirî yüzü itibariyle güzel görünen amellerine bile "estağfirullah" der, "İhlassız, beklentilere bina edilmiş amelden Allah'a sığınırım" söz ve itikadını vird edinir, sadece O'nun rızasına kilitlenir, ihlasa düğümlenir ve her şeyinde O'nu arar.

Bir diğer husus da şudur: Sa'd b. Ubade'nin oğlu dua ederken, uzun uzun tarifler yapıyor, istediği her şeyi bir bir sayıp döküyor; mesela, "Allah'ım bana Cennet ver, kenarında şöyle ırmaklar aksın, üzerinde böyle kuşlar uçuşsun..."diyor. Hazreti Sa'd hemen oğlunu uyarıyor; "Oğlum, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) duayı böyle yapmayı, duanın teferruatında mübalağayı men etmişti." diyor. Acaba neden duada mübalağa men ediliyor? Çünkü biz meseleleri dar havsalamıza göre şekillendiriyoruz; oysa ki, Allah (celle celâluhu) kudsî hadiste şöyle buyuruyor: "Ben, sâlih kullarıma –her davranışı sağlam, arızasız, hayatını iyilik ve hayır dairesinde sürdüren, yaptığı iyi bir iş ile yeni bir iyi işe ulaşan ve sâlih amel yapışanlara– öyle şeyler hazırladım ki, onları ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de herhangi bir insan tasavvur etmiş. Tasavvur edilmedik şeyler, sürpriz nimetler... Evet, Cenâb-ı Hakk'ın sâlih kullarına, hâlis kullarına hazırladığı şeyler bu vus'atte ise, meseleyi insanın dar havsalası ve dar idrâkine havale etmek uygun düşmeyecektir. İnsan, sadece burada gördüğü, alıştığı, lezzet dediği, zevk olarak bildiği argümanları esas alır, o argümanların darlığına hapsolur ve onların kalıplarına sıkışmış isteklerde bulunursa Allah'ın çok geniş olarak vaz' ettiği şeyleri daraltmış olur. İşte duada mübalağanın yasaklanmasının mânâsı da burada gizlidir. Esas olan insânî ve dünyevî kalıpların darlığında sıkışmamaktır; yoksa bir kul sürekli dua etse, ilâhî rahmete müteveccih ellerini/kollarını hiç indirmese yine de duada mübalağa etmiş sayılmaz.

Rıza-yı İlâhî

Öyleyse, amelini Allah rızası için yapacaksın; onu herhangi bir beklentiye bağlamayacaksın. Beklentiye bağladığın zaman, beklentin senin o amelinin karşılığı olur ve o karşılık da beklentinin sığlığına mahkum kalır. Yani; elindeki çok kıymetli, antik bir eserle, mesela beşbin senelik bir çömlekle çarşıya gitsen, onu satmak istesen ve ona dedenin yaptığı çömleğin değeri kadar bir değer biçsen, ne kadar büyük zarar edersin. Oysa, o çömleğin asıl değerini bilen bir antikacıya itimat edip ondan bir fiyat alsan, o fiyata satsan, o zaman antik eserin kıymetini elde edersin.

İşte, ihlâstaki temel espri de budur; amel, Allah için olmalı, Allah rızasına bağlanmalı ve o amelle rıza-yı ilâhîden başka bir şey de aranmamalı. Hatta zevk-i ruhânî peşinde dahi olunmamalı. Mektûbât'ta "îman-ı billah, marifetullah, muhabbettullah, zevk-i ruhânî" deniyorsa da orada netice ifade ediliyor. Yani, zevk-i ruhânî, amelin ona bağlandığı bir iş değildir, amele terettüp eden bir şeydir, amelin gayesi değil semeresidir.. insan zevk-i rûhânîye ulaşmak için amel yaparsa, zevk-i ruhânî, o amelin karşılığı ve gayesi olmuş olur, dolayısıyla, o amel kıymetini kaybeder. Oysaki zevk-i ruhânînin ötesinde de pekçok ilahî teveccüh vardır; mesela, Allah sana "yakîn-i etemm", "ihlâs-ı etemm" ihsan eder, Allah seni asfiyanın arasına katar, Enbiya ile beraber haşreder. Fakat sen bunların hiç birini aklına getirmemelisin. Çünkü, Allah, Allah olduğu için Mâbud'dur; ibadet edildiği için Allah değildir. Hakkıdır O'nun Kendisine ibadet edilmesi. Kulluk hesabına ne yapıyorsan o, O'nun hakkıdır. Desen ki, ben günde bin rekat namaz kılıyorum, hakkıdır O'nun. O'nda bir hakkın olduğunu iddia etmek ve onu istemek ise, hakkın değildir senin. Öyleyse, hakkı olanı O'na ver, sonra da telattuf (lütfetme) dalga boyunda yapacağı şeyleri, sana olan ihsanlarını sen tayin etme, belirleme, takdir etme.. evet, beklentisiz olma ve ihlas yörüngeli yaşama da bir kurbet yolu, yani Allah'a yaklaşma vesilelerinden birisidir.

Diğer bir kurbet yolu da, Cenâb-ı Hakk'ın bize verdiği mevhibeleri ve varidâtı onun rızası istikametinde kullanmaktır. Mevhibe, bağış, ihsan, hak vergisi ve ekstra ilâhî lütuflar mânâsına gelir. Kalbe gelen, içe doğan ve insanın gönlüne tulû eden vârid ise, yoldakilere Cenâb-ı Hakk'ın özel bir teveccühü, bir iltifatı, bir atiyyesi, bazı ahvâlde hususi bir tenvir ve irşadıdır. Evet, Allah Teâlâ bize el vermiş, ayak vermiş, göz, kulak, dil, dudak vermiş -O'na binlerce hamd ve senâ olsun-. Bu azaların alıp değerlendireceği eşyâyı var etmiş. O eşyâyı değerlendirme vasıtası tatma, koklama, dokunma.. gibi hisler yaratmış, dahası bizi ihsas ve ihtisaslarla donatmış. Bu nimetlerin kıymetini ancak bunlardan mahrum insanlar bilebilir. Cenab-ı Allah, ihsan sahibidir; istediğine istediği kadar verir, istemediğine de vermez. Mal-mülk, nimet O'nundur; onu dilediği kullarına dilediği ölçülerde lütfeder. İşte, bu espriyi kavrayamayanlar, "Neden Velid İbni Mugire, Urve İbni Mesud es-Sekafî'ye peygamberlik gelmedi de o vazife (Hazreti) Muhammed'e verildi?" deyip durmuş ve imandan olmuşlardır. Kaldı ki, Hazreti Üstad'ın o çok güzel, pek şık yaklaşımıyla ifade edecek olursak, Allah (celle celalühu) O zatın (Efendimizin) istikbalde iradesinin hakkını vereceğini görmüş, O'na lütuflarda bulunmuştur; ne yapacağını bilmiş, avanslar vermiştir.

Evet, Allah'ın bizi nimetleriyle şereflendirmiş; mesela, bizi var etmiş. Sonra, var etmekle kalmamış, bizi insan yapmış; insan yapmakla kalmamış, insan-ı mümin yapmış; insan-ı mümin yapmakla da kalmamış, Rahman u Rahîm bizi ümmet-i Muhammed arasına dahil etmiş. -Bir hadis-i şerifin ifadesiyle; ümmet-i Muhammed'in iki şanlı ucu vardır. Birisi, Efendimize, O'nun nurlu asrına dayanan ucu; diğeri de kıyâmetten az önce gelip bütün zorluklara rağmen dine sahip çıkacak olan bahtiyarlara uzanan ucudur. Rasul-ü Ekrem, birincilere "arkadaşlarım" demiş; kıyâmete yakın geleceklere de "kardeşlerim" hitabıyla seslenmiştir.- Evet, Allah bizi ümmet-i Muhammed yapmakla da kalmamış, âhir zamanda, din boyunduruğu yere konduğu bir dönemde, bu boyunduruğu yerden kaldıracak kutlulardan biri olma konumunda yaratmış. Bunların hepsi ayrı ayrı birer mevhibedir ve hepsi ayrı ayrı şükür ister. Bu şükrü eda etmenin yolu da Cenâb-ı Hak'ın bize ihsan ettiği bütün nimetleri Rabbimizin rızasını tahsil etme istikametinde kullanmaktır. O'nun rızasını tahsil yollarının en kestirmesi ise, Îlâ-yı Kelimetullah'tır, Allah'ın Yüce Adı'nın dört bir yanda şehbâl açması istikametinde gayret göstermektir.

Hakiki insan olmayı harikulâdeliklerde gören, herkesten farklı ve fâik görünme gibi lüksleri bulunan çocuk-meşrep kimseler, Allah rızasını esas maksat yapmadıklarından ve ekseriya hırslı bir beklenti içinde bulunduklarından dolayı, çoğu zaman şeytanın bir-iki doğruya yakın ilkaâtına kanarak yüzlerce bâtılı hak görebilir ve değişik yalanların arkasından ömür boyu koşturabilirler. Bu konuda aldanmamanın biricik yolu, Efendimizin vesâyeti altında Hak rızası hedefli yaşamaktan, keramet ve zevk-i rûhânî dahi olsa Hakk'a kullukta hiçbir beklentiye girmemekten geçer.

Öyleyse, bütün mevhibe ve varidatı rıza-ı ilâhî istikametinde kullanmalı; çünkü insan böyle bir yola girmiş ve Hak rızası gibi bir büyük pâyeye dilbeste olmuşsa, o gayeye yürürken ardına düştüğü başka bazı şeyler temelde o büyük isteği daraltmış, ona gölge düşürmüş olur. Çünkü o yolda sadece Allah istenmeli, yalnızca O'nun hoşnutluğu dilenmelidir. Kalb ile Allah arasına hiç bir şey girmemeli; kalb, Allah deyip kalkmalı, Allah deyip oturmalı, Allah deyip yatmalı, Allah deyip doğrulmalı, Allah deyip yemeli, Allah deyip içmeli. O büyük Zatın dediği gibi: "Allah için işleyiniz, Allah için başlayınız, Allah için görüşünüz, Allah için konuşunuz, lillah, livechillah, lieclillah rızası dairesinde hareket ediniz.. o zaman ömrünüzün saniyeleri seneler hükmüne geçer." Saniyelerinizin seneler hükmüne geçmesini istiyorsanız, Allah'dan istediğiniz şeyleri kendi dar ölçülerinizle daraltmayın. Böyle bir semere dururken siz deseniz ki, "Bana Cennet'te bin tane köşk ver", yine kaybetmiş olursunuz. Allah'a kulluk yapsanız, her gün Kur'an-ı Kerim'i iki rekatta bir kere hatmetseniz ve bunun karşılığında deseniz ki, "Allah'ım, şöyle bir idarecilik, böyle bir dünya nimeti istiyorum." Hatta, daha da masumane bir istekle "Rabbim, Cennet bahçeleri ver." deseniz, himmetinizi yine daraltmış sayılırsınız, Allah'ın lütfuna tahdit koymuş, isteğinizi kendi dar fotoğrafınızla Allah'a sunmuş olursunuz. "Allah'ım, ben Senin rızâna tâlibim, Sana tâlibim." deyip O'nu dilemek varken niye öyle yapasınız ki?

Hani anlatılır ya: Abbâsîler döneminde Harun Reşid'in vezirleri arasında, Bermekîlerden Câfer de vardır. Harun Reşid, halkına hediyeler dağıttığı bir gün Câfer'e de teklif eder, der ki: "Ey vefalı, sadık vezirim, sana da şunları vereyim." Vezir, "İstemem Efendim" diye cevap verir. Hükümdar "Herkese şu kadar verdim ama sana servetimin çeyreğini vereyim" der, fakat yine aynı sözle karşılaşır, "İstemem Sultanım." Birkaç değişik teklifin kabul edilmediğini görünce Harun Reşid sorar, "Peki sen ne istersin?" "Ben sadece seni isterim Sultanım, senin rızanı dilerim. Çünkü sen benim olunca servetin zaten benim olur. Senin hoşnutluğun olmazsa servetinden ne olur?" İşte rıza-ı İlâhî'yi talepte bu espri vardır ve insan O'na tâlib olmalıdır.

Evet, Allah'ın bize ihsan ettiği mevhibeleri yine O'nun yolunda kullanma, kurbet vesilelerinin önemlilerindendir. Bugün, bu hareketin gönüllüleri böyle bir fırsatın başında bulunuyor. İnşâllah, İlâ-yı Kelimatullah yaparlar. Hem dünyevî, hem uhrevî makam, mansıb, pâye beklentisine girmezler. Korkusuz, tereddütsüz, kendilerini adadıkları o davada her zaman kemerbesteyi ubûdiyyet içinde Allah karşısında dururlar ve Allah'tan yine Allah'ı isterler. Sürekli, "Allahım, beni, Sen'den uzaklaştı­racak şeylerin insafsızlığına terketme ve gönlüme maiyyetini duyur!" der ve rıza besteleri terennüm ederler.

Küsme hastalığı ve çaresi-1

Günümüzde insanların birbirlerine küsmeleri ve bu küskünlüklerini uzun süre devam ettirmeleri çok yaygın bir hastalık hâlinde. Şahsî, ailevî ve içtimaî problemlere yol açan böyle bir hastalığın tedavisi adına neler yapılabilir? İzah eder misiniz?

Küsme; birisine karşı kırılma, araya mesafe koyma, ona karşı tavır alma, kalben, ruhen ve hissen onunla irtibatını kesme, alâkadar olması gerektiği yerde alâkadar olmama hâlidir. Küskünlük çoğu zaman daha başka olumsuz davranışları da beraberinde getirir. Meselâ arkadaşına küsen bir insan sadece küs durmakla kalmaz, bu ruh hâli içinde zamanla o arkadaşı hakkında verip veriştirmeye başlar. Hatta bu durum bazen gıybete, iftiraya kadar gider. Küs durduğu insanın, ayağının kaymasından, kapaklanıp düşmesinden memnun olur. İşin daha da vahim yanı, kişi bütün bu olumsuzlukları irtikâp ederken, nefsinin avukatlığını yüklenip kendisini haklı görme ve gösterme yolunda olduğundan nasıl azim bir hata ve günah içinde bulunduğunun farkında değildir. Oysaki bütün bunlar Allah nezdinde çok mahzurlu ve ahiret hayatı adına da insanın kayıp gitmesine sebep olacak mezmum fiillerdir.

Bu mevzuda Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ikaz ve tavsiyeleri çok önemlidir. Meselâ bir hadis-i şeriflerinde O şöyle buyurur:

لَا يَحِلُّ لِمُسْلِمٍ أَنْ يَهْجُرَ أَخَاهُ فَوْقَ ثَلَاثِ لَيَالٍ

“Bir Müslümana, kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl değildir.” (Buhârî, Edeb 62; Müslim, Birr 25) Demek ki, bir mü’min, ne olursa olsun küslüğünü, dargınlığını en fazla üç gün devam ettirebilir. Bu arada hemen şunu ifade edelim ki, eğer dargınlık meşru bir esas ve mesnede, fıkıh usûlündeki ifadesiyle sağlam bir menata dayanmıyorsa üç gün bile küs durmak helal olmaz. Evet, insan, küsmeyi gerektiren sebepler hakikî ve meşru olduğu takdirde -ancak o zaman- üç gün küs durabilir. Böyle bir küskünlüğü de Sahib-i Şeriat üç günle sınırlamıştır. Zira bu süre içinde sizin hafakanlarınız dinecek, köpüren hissiyatınız yatışacak, kırgınlığınız zayıflayacak ve sakin bir ruh hâli içinde, küstüğünüz kişinin haklarını yeniden mülâhazaya alacaksınız. Bunun neticesinde kardeşlik duygu ve düşüncesi ruhunuzda bir kere daha canlanacak, açtığınız mesafeyi kapatacak ve o kardeşinizle yeniden sarmaş dolaş olacaksınız. İşte hadis-i şerif, belli ölçüler vermek suretiyle bize küskünlük ruh hâlinden kurtulmak için böyle bir yolu talim etmektedir.

Hakikî ve mecazî küslük

Her ne kadar şimdiye dek hakikî ve mecazî diye bir tabir ve tasnifle meselenin üzerinde durulmamış olsa da, şahsın niyet ve maksadına göre biz küsmeyi böyle bir tasnif içinde ele alabiliriz. Buna göre, hakikî mânâda küsme mezmum bir hâl olsa da, mecazî mânâda küsme yer yer başvurulabilecek stratejik bir yol, stratejik bir hamledir. Meselâ bir insanın kendi evlatlarına karşı “Senden böyle bir şey beklemiyordum!” diyerek muvakkaten bir tavır alması mecazî bir küsmedir. Asr-ı Saadet’te yaşanan Îlâ Hâdisesi’ne de bu nazarla bakabilirsiniz. Bu noktada daha önce mükerreren arz ettiğim bir hatıramı müsaadenizle bir kez daha hatırlatmak istiyo-rum. İlkokul öğretmenim bir kere bir hâdiseden dolayı kulağımdan tutup, “Sen de mi?” de-mişti. Zannediyorum bana otuz tane değnek vursaydı bu kadar müessir olmazdı. Çünkü onun bu sözünde hem takdir, hem bir alâkayı hatırlatma, hem de benim o alâkayı kopardığıma/koparacağıma dair bir tembih vardı. Muallimimin bu davranışı, belki bir tavır almaydı ama onun bu tavrı, olumsuz bir yolda olduğumu hatırlatıp benim o yoldan dönmemi sağlayacaktı. İşte mecazî küsmeden kastımız budur. Yani ikaz edilecek şahsa karşı ölçülü bir tavır ve mesafeli bir duruş sergilemenin olumlu ve pozitif bir hedefe varma istikametinde bir metot olarak kullanılmasıdır.

Anne-baba hakkı ve mecazî küsme

Ancak, anne baba bundan istisna edilmelidir. Zira Cenâb-ı Hak onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:

وَقَضٰى رَبُّكَ أَلَّا تَعْبُدُۤوا إِلَّا إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَۤا أَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُلْ لَهُمَۤا أُفٍّ وَلَا تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلًا كَرِيمًا

“Rabbin, O’ndan başkasına ibadet etmemenize; anneye-babaya ihsanda bulunmanıza hükmetti; şayet onlardan biri veya her ikisi birden senin bakım ve görümünde yaşlılığa ererlerse, sakın onlara “öff” bile deme ve (hele asla) onları azarlama; onlara hep gönül alıcı sözler söyle.” (İsrâ sûresi, 17/23) Bu âyet-i kerimeyi namazda her okuyuşumda içime bir hançer saplanmış gibi oluyor. Çünkü kim bilir bilemediğimiz hangi tavırlarımız onları rencide etti. Üzerimde onca hakları olan, babam, annem, dedem, ninem, ablam, halam kim bilir benim hangi kaba ve nezaketsiz tavırlarımdan dolayı rencide oldular. Bütün bunları mülâhazaya alınca her defasında sineme bir zıpkın saplanmış gibi hissederim. Bu sebeple, büyüklerim aklıma geldiğinde,

رَبَّنَا اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ

“Rabbimiz! Beni, anne-babamı affeyle!” (İbrahim sûresi, 14/41) diye dua ediyor, ayrıca acaba bana geçmiş olan üzerimdeki haklarını telafi ettirebilir miyim diye, Cenâb-ı Hak imkân verdiği ölçüde birilerini onlar adına umreye, hacca gönderiyorum.

Dolayısıyla anne baba ve büyüklerimize karşı küsmenin mecazîsi bile kullanılmamalıdır. Evet, insan onlara karşı kesinlikle gönül koymamalı; kırgınlığına sebebiyet verecek çok ciddi hususlar olsa bile yine de onlara karşı kırılmamalı; kendisi çok rencide edilse dahi kat’iyen onları rencide etmemelidir. Bilakis her zaman onların gönülleri hoş tutulmalıdır. Yoksa bir gün gelir, insan yaptığı hataların farkına varır, ama iş işten geçmiş olur. Zira o gün itibarıyla artık o, hatalarını telafi edemeyeceği bir noktada bulunuyordur. Bu açıdan insan hayatını öyle tanzim etmeli ki, zikzaklar yapmak suretiyle sonunda “Keşke şöyle yapmasaydım da böyle yapsaydım!” demesin. Çünkü İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) “keşke” demenin mahzurlu olduğunu ifade ediyor. “Keşke” bir yönüyle kadere taş atma demektir. Bu sebeple gerekirse insanın yanında bir menajeri olmalı ve onu daha sonra “keşke” diyebileceği yanlışlıklar hususunda ikaz etmeli, yönlendirmelidir. Hani eskiden büyük hükümdarlar, yanlarında bazı insanlar bulundururlarmış. Bu şahıslar, çok ölçü ve endaze bilmediğinden padişaha karşı rahatlıkla ulu orta konuşurlarmış. Fakat padişah kendilerine bu konuda ruhsat verdiğinden dolayı bundan rahatsızlık duymaz, bilakis onların bu tembihinden hizaya gelir ve yeniden kendi frekansına girermiş. Aynen bunun gibi günümüzde de insanlar yanlarında sürekli kendilerine tembihte bulunacak, onlara doğruyu gösterecek ve bir ibre vazifesi görecek bazı kimseler bulundurmalı ve netice itibarıyla keşke diyeceği eğriliklere girmemeli, yanlışlıklara düşmemelidir. Çünkü bu tür eğrilikler vicdan azabı şeklinde kendilerini hissettirseler bile bu, telafi edilmesi gerekli olan şeyi telafi edemez.

Asıl konumuza dönecek olursak, hayrı netice verecek, bizi veya karşımızdakini hayırlı bir yöne yönlendirebilecek hususlarda yumuşak bir nazlanma makbul olabilir ve mecazî küsme kategorisi içinde değerlendirilebilir. Bu hâli şefkat tokadına da benzetebilirsiniz. Meselâ bir anne veya baba, evladını bir yanlışlıktan döndürmek için, onun kulağını hafifçe çekmek, sırtına hafif bir şekilde dokunmak suretiyle bir taraftan çocuğunun hâl ve hareketinden, gidişatından memnun olmadığını ifade ederken, diğer taraftan da yaptığı bu ikaz ve tembihi bir şefkat ambalajı içinde sunmaya çalışır. Fakat bilinmesi gerekir ki, bunlar epey bir mümarese gerektiren tavır ve davranışlar, yol ve metotlardır. İzdivaç yapacak insanlara evlenmeden önce iyi ve yeterli bir eğitim verilmediğinden dolayı maalesef bu tür konularda çok ciddi yanlışlıkların yapıldığını görüyoruz. Evet, eş hukuku, çoluk çocuk hukuku, anne baba hukuku nedir, bunlar bilinmiyor. Bilinmeyince de çok ciddi hatalar irtikâp ediliyor. Bundan dolayı ben, evlenme mevzuunda insanların iyi bir eğitime tâbi tutulması ve ancak bunun akabinde kendilerine bir belge verildikten sonra evlenmelerine müsaade edilmesi gerektiği kanaatindeyim.

İbadet sevabı kazandıran amel

Bir nebze de hakikî küsme üzerinde duralım: Bazen etrafımızdaki insanlar hakikaten bizi küstürecek davranışlar ortaya koyabilirler. Ama bu tür durumlarda bile Allah’a ve ahirete imanın gereği; kendimize, kendi hissiyatımıza rağmen küsmeme istikametinde bir ceht ve gayret içinde olmalıyız. Unutulmamalı ki, bir insanın küsebileceği bir yerde küsmemesi ona ibadet sevabı kazandırır. Çünkü o kişi orada nefsiyle yaka paça oluyor, iç tuğyanlarına ve taşkınlıklarına karşı başkaldırıyor ve neticede iradesinin hakkını veriyor demektir. Hazreti Pîr’in üçlü sabır tasnifini hatırlayacak olursak, bunlardan bir tanesi de bela ve musibetlere karşı dişini sıkıp sabretmektir. İşte böyle bir mevzuda sabretme, bir yönüyle bu kategoriye gireceğinden insana ibadet sevabı kazandıracağı rahatlıkla söylenebilir. Evet, bazen küsmeyi gerektirecek elli türlü sebeple karşı karşıya kalabiliriz. Fakat biz bütün bunları birer musibet olarak görüp onlara karşı dişimizi sıkıp sabretmesini bilmeliyiz. Bize küsseler bile biz küsmeme-li; incitseler bile biz başkasını incitmemeliyiz. Zira bizi kırıp incittiklerinde, onlara karşı aynıyla mukabelede bulunmayıp belli bir esneklikle hareket ederek, kalkıp bir yolunu bularak o insanlara sarılabilirsek, din ve insanlık adına çok önemli bir fedakârlık yapmış, çok önemli bir fazileti yerine getirmiş oluruz.

Küsmenin içtimaî hayata bakan yönüne gelince; farklı dünya görüşüne sahip insanlar arasında ve bilhassa bunun siyasî hayata yansıması noktasında günümüzde ciddi küskünlükler, kırgınlıklar, gönül koymalar yaşanabiliyor. Siyasî âlemdeki bu tavırları, makam, mansıp, paye ve ikbal hesapları daha bir tetikliyor. Öyle ki, muhalifini yıpratma adına, söylenmemesi gereken sözler söyleniyor, hilaf-ı vaki beyanlara giriliyor, neticede ciddi küskünlük ve dargın-lıklar yaşanıyor. Hâlbuki makam-mansıp arzusuyla hareket edilmediği takdirde, milletimize, insanlığa hizmet adına herkesin iş ve vazife yapabileceği bir yol ve saha olduğu, herkesin koşabileceği bir kulvar bulunduğu görülecektir. Evet, bir toplumun mensubu olarak hepimiz, bu toplumun menfaat ve maslahatı adına, farklı farklı kulvarda olsa da netice itibarıyla aynı istikamete yönelip her zaman el ele olabilir, omuz omuza verebilir ve aynı hedefe doğru koşabiliriz. Bu koşuda rekabet hissi ve falanları geçelim mülâhazası da olmaz/olmaması gerekir. Belki cereyan eden bu yarış tenafüs dediğimiz, “bu güzelliklerden ben de geri kalmayayım, en azından ben de koşturan şu insanlar kadar bir performans sergileyeyim” mülâhazasına bağlı olmalıdır. Dolayısıyla yol böyle geniş olunca burada sürtünme, kırılma, küsme de olmaz. 
İman ve Kur’ân’ın güzelliklerini gönüllere duyurma niyet ve amelinde de aynı husus geçerlidir. Zira, Cenâb-ı Hak:

وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا

“Şayet onlar insanların gönülleri ile Benim aramdaki engelleri bertaraf ederek gönülleri Allah’la buluşturma mücahedesi içinde bulunurlarsa, Ben de tek yolla değil, pek çok yollarla onları Kendime ulaştırırım.” (Ankebût sûresi, 29/69) buyuruyor. Hazreti Pîr, bir yerde

اَلطُّرُقُ إِلَى اللّٰهِ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ الْخَلَائِقِ

“Allah Teâlâ’ya giden yollar mahlûkatın solukları sayısıncadır.” hakikatini nazara veriyor. Evet, Allah’a ulaştıran yollar pek çok olduğuna göre insan biriyle olmazsa öbür yolla Allah’a ulaşabilir. Meseleyi sofî bakış açısına göre misallendirecek olursak şöyle de diyebiliriz: Nakşî yolu da, Kadirî yolu da, Şazilî, Rufaî, Bedevî, Halidî, Melâmî yolu da hepsi O’na ulaşır. Bu açıdan, farklılıklar küsme mevzuu yapılmamalı, bu tür mevzularda kıskançlık ve rekabete girilmemeli ve aynı zamanda “alan ihlal edildi”, “alanımıza girildi” gibi mülâhazalara prim ve-rilmemelidir.

Evet, inanan gönüller olarak biz, kardeşlerimize karşı olabildiğince yumuşak ve mülayim olmalı, yutağı incitmeden gırtlaktan aşağı akabilecek duygu ve düşüncelere sahip bulunmalı ve bu duygu ve düşünceleri de aynı yumuşaklık ve mülâyemet içinde sunmasını bilmeliyiz.

Küsme hastalığı ve çaresi-2

Her ne kadar küsme çok çirkin, çok mezmum bir fiil ise de, kendini ilme, insanlığa adamış fedakâr ruhlar arasında da bazen vuku bulabilir. Bundan dolayı topluma ve hayata dair değişik branşlarda dargınlık ve küskünlükleri gidermeye matuf ekipler oluşturulmasında ciddi yarar görüyorum. Zira Hazreti Pîr’in ifadesiyle vifak ve ittifak, yani insanların anlaşıp uzlaşmaları tevfik-i ilâhînin en önemli bir vesilesidir. Bunu teyit eden bir âyet-i kerimede şöyle buyruluyor:

يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ أَيْدِيهِمْ

“Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.” (Fetih sûresi, 48/10) Yani Allah’ın himayesi, inayeti, riayeti, kilaeti, lütfu, ihsanı onların üzerindedir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu âyet-i kerimeyle alâkalı buyuruyor ki:

يَدُ اللّٰهِ مَعَ الْجَمَاعَةِ

“Allah’ın eli cemaatle beraberdir.” (Tirmizi, Fiten 7) Bir başka hadis-i şerifte ise Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) şöyle buyuruyor:

مَنْ أَرَادَ بُحْبُوحَةَ الْجَنَّةِ فَلْيَلْزَمِ الْجَمَاعَةَ

“Her kim Cennet’in göbeğine otağını kurmak isterse, toplumdan ayrılmasın.”(Tirmizi, Fiten 7) Yani ihtilaf ve iftiraklara düşmesin. Zira toplumdan, heyetten kopan aynı zamanda Allah’ın inayetinden de uzaklaşmış olur. Evet, küskünlük, dargınlık, hazımsızlık, çekememezlik veya bazı şeyleri içine sindiremediğinden dolayı bir heyetten cüda düşen aynı zamanda Allah’ın inayetinden de cüda düşmüş demektir.

Küçük diye bir şey yoktur

Bütün bunların hepsini birden mütalaaya alacak olursak, kırgınlık, dargınlık ve küsmelerin ne kadar büyük bir felaket olduğu; insanları barıştırma ve uzlaştırmanın ise o ölçüde ne büyük sevaplı bir iş olduğu anlaşılır. Zaten dinimizde temelde hiçbir hayrı, hiçbir iyiliği hafife almamak esastır. Zira Allah (celle celâluhu) insanları bazen yapmış oldukları küçük amellerle cennetin göbeğinde rü’yet yamaçlarında bir yere oturtarak onlara duyulmadık şeyleri duyurabilir, görülmedik şeyleri gördürebilir. Mevzu ile alakalı bir hadis-i şerifte buyruluyor ki:

اِتَّقِ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ وَلَا تَحْقِرَنَّ مِنْ الْمَعْرُوفِ شَيْئًا

“Takva dairesi içinde ol ve mâruftan yani Allah’ın hoş gördüğü şeylerden hiçbir şeyi hafife alma.”(Ahmed ibn-i Hanbel, 5/63; hadis no: 20651) Hâdiselere bu bakış açısıyla baktığımızda aslında küçük diye bir şey olmadığını anlarız. İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm), aynı hususu anlattığı başka bir hadis-i şeriflerinde ise, insanın kardeşinin yüzüne gülümsemesinin, ona güzel bir söz söylemesinin, eşinin ağzına koyduğu lokmanın, insanların gelip geçtiği yoldan onlara eziyet verebilecek bir engeli kaldırıp atmanın sadaka olduğunu ifade buyuruyor. (Bkz: Buhari, Cihad 72; Tirmizi, Birr 36; İbn Mâce, Ticârât 1) Yani şayet yolda bir hendek varsa, siz bir arabanın tekerleği o hendeğin içine girmesin diye oraya bir taş koymak veya insanların ayağına batmasın diye bir dikeni yoldan kaldırıp atmak suretiyle ibadet yapmış oluyorsunuz. İşte bu türlü basit gibi görülebilecek amellerin hangisiyle insanın Cennet’in göbeğinde otağını kuracağı belli değildir.

Konuyla ilgili bir menkıbe arz edeyim: Harun Reşid’in zevcesi Zübeyde Hanım önemli hizmetler yapmış büyük bir kadındır. Bir dönem hacılar Arafat ve Müzdelife’ye giderken suları Mekke’den sırtlarına alıp öyle gidiyorlarmış. O anamız o günün şartlarında Mekke’den Mina, Müzdelife ve Arafat’a kadar su yolları ve çeşmeler yaptırarak çok önemli bir hayra vesile olmuştur. Milyonlarca insanın o sudan içmesine ve abdest almasına imkân hazırlamıştır. Elbette Cenâb-ı Hak böyle önemli bir hizmeti boşa çıkarmaz. Ben altmış sekizde hacca gittiğimde o büyük kadının yaptırdığı bu çeşmeleri görmüştüm. Osmanlılar bu su yolunu takviye ederek onu çok uzun bir dönem koruma altına almışlardır.

İşte bu kadar büyük bir hizmet yapan anamızı rüyada görünce, kendisine; “Cenâb-ı Hak sana nasıl muamele yaptı?” diye soruyorlar. O da şöyle cevap veriyor: “Ben şöyle şöyle ameller yapmıştım. Fakat benim kurtulmama vesile olan amelim şu oldu. Bir gün ezan-ı Muhammedî minarelerde çınlayınca, o esnada ‘Ezanı dinleyelim’ deyip yanımdakileri susturdum. İşte öbür âleme gittiğimde bana, ‘Allah bundan dolayı seni bağışladı’ dediler.”

Evet, bu dünyada bize çok küçük ve basit gibi gelen bir meselenin Cenâb-ı Hak katında nasıl bir kıymeti olduğunu biz bilemiyoruz. Allah’ın (celle celâluhu) hangi amelle bizden hoşnut olacağını, hangi amelle rıdvanıyla serfiraz kılacağını, hangi vesileyle Cennetiyle bizi sevindireceğini bilemeyiz. Bu açıdan büyük-küçük demeden O’nun emrettiği her şeyi yerine getirmeye çalışmalıyız.

Barış heyetleri

Bütün bunları küsleri barıştırma mevzuunun önemine dikkat çekmek için size arz ettim. Fakat bir kez daha ifade edeyim ki, mesele çok önemli olduğundan dar alanlı bırakmayarak bu iş için ekipler oluşturulması gerekir. Bu konuda tecrübe sahibi, muhataplarının karakterlerini doğru okuyabilecek ölçüde insan psikolojisine vâkıf, mantık, muhakeme ve ifade kabiliyetleri güçlü insanlardan heyetler oluşturup küskünlük ve dargınlığın pençesinde bulunan insanlara yardımcı olunmalıdır. Her ne kadar toplumda din, diyanet noktasında belli bir boşluk, belli bir cehalet yaşansa da, insanımız Allah’a ve Peygamber’e bağlı, dinine, diyanetine saygılıdır. Bu sebeple herkese hitap eden dinimizin evrensel prensip ve dinamikleri kullanılarak aradaki küskünlükler giderilebilir, kırgınlıklar telafi edilebilir ve yeniden insanların birbiriyle kucaklaşmaları sağlanabilir.

Arabuluculuk diyebileceğimiz bu misyon, bu vazife mahallî olabileceği gibi daha geniş dairede de yapılabilir. Yani böyle güzel bir vazifeyi mahallede, köyde, şehirde yapabileceğiniz gibi, meseleyi daha geniş daireye taşıyarak ülke çapında da yerine getirebilirsiniz. Hatta meseleyi daha da ileriye götürerek uluslararası münasebetler açısından da değerlendirebilirsiniz. Bu konuya katkısı olanlar için Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) vaat ettiği fazilet ve sevap şu şekildedir:

أَلاَ أُخْبِرُكُمْ بِأَفْضَلَ مِنْ دَرَجَةِ الصِّيَامِ وَالصَّلاَةِ وَالصَّدَقَةِ؟ قَالُوا: بَلَى . قَالَ: إِصْلاَحُ ذَاتِ الْبَيْنِ وَفَسَادُ ذَاتِ الْبَيْنِ الْحَالِقَةُ

“Size oruç, namaz ve sadakanın derecesinden daha üstün olan şeyi haber vermeyeyim mi? Evet (Ey Allah’ın Resûlü, söyleyin!) dediler. İnsanların arasını düzeltmektir. Çünkü insanların arasındaki fesat bozukluk (dini kökünden) kazır.”(Ebû Dâvud, Edeb 58; Tirmizî, Kıyamet 57)

Esasında, günümüzde Anadolu insanının dünya çapında gerçekleştirmeye çalıştığı diyalog faaliyetlerini bu kategoride değerlendirebilirsiniz. Evet, “diyalog” deyip dünyanın dört bir yanına açılma, küs milletleri birbiriyle barıştırma, bu mevzuda sürekli strateji oluşturma, taktik geliştirme ortaya çıkabilecek ihtilafların, savaşların, hercümerçlerin önünü alma adına çok önemlidir. Günümüzde ihtilaf ve tefrikaya karşı mücadelenin en önemli yolu ise eğitim faaliyetleridir. Yani siz barış, hoşgörü, diyalog gibi insanî fazilet ve evrensel değerler noktasında mükemmel fertler yetiştireceksiniz. Öyle ki onlar, birkaç dil bilmenin yanında değişik fenlerde ihtisas sahibi olacak ama aynı zamanda insanî değer ve faziletlerle meşbu, yaşatma idealiyle dopdolu hale gelecekler. Bulundukları her yerde insanlığa faydalı olmak için doktoralar, post doktoralar yapacaklar. İşte her yerde parmakla gösterilecek bu insanlar ortaya çıkan fitne ve azgınlıkların önüne geçmede frenleyici unsurlar olacak ve bu konuda önemli bir misyon eda edecekler. Bu, bir yönüyle küresel çapta bir barıştırma ve uzlaştırma meselesidir. Dolayısıyla mikro planda veya lokal olarak ele alınan bu meselenin uluslararası çapta da ele alınması gerekir.

Devlet ricali, farklılıkların bir kavga vesilesi olmaması için, medeniyetler ittifakı düşüncesiyle bir araya gelerek belli konularda anlaşıp müşterek hareket edebilirler. Elbette ki böyle bir hareket, insanlık adına çok önemlidir, takdir edilmesi ve alkışlanması gereken bir faaliyettir. Fakat böyle bir anlayış, toplumların kılcal damarlarına kadar inmemişse yani toplum tabanında benimsenmemiş, sindirilmemiş, içselleştirilmemişse bu tür ceht ve gayretler bir mânâda havada kalır. O sebeple meseleyi halklara mâl etmenin yollarını aramak gerekir. İsterseniz siz buna devlet ricalinin başlattıkları hareketi halka mâl etmek suretiyle rical-i devlete yardımcı olma gözüyle de bakabilirsiniz. Meselenin kalıcılığı da ancak buna bağlıdır.

Soğuk harp döneminde uzun zaman komünist dünya ile kapitalist dünya kavga ettiler. Aradaki küçük ülkelerden bazıları o pakta, bazıları da diğer pakta dahil oldular. Bu ülkelerin her biri, böyle bir ayrışma ve kutuplaşma neticesinde yıllar boyu çok değişik sıkıntı ve zorluklar yaşadılar. İnsanın aklına geliyor ki, acaba o günlerde fikir adamı, feylesof veya düşünürler tarafından bu meselenin kavgasız da olabileceği gür bir sesle ifade edilebildi mi? Acaba böyle bir uzlaştırma iradesi ortaya kondu mu; böyle bir uzlaştırma tavrı oldu mu? Olmadı gibi geliyor bana. Aksine devletlerin birbirini yemesi mevzuunda farklı kışkırtmalar yaşandı. Birileri kendi adamlarını kışkırtırken öbürleri de yine kendi adamlarını kışkırttı ve böylece bir silah yarışına girildi. Her bir pakt bir yeri işgal ederek oraya nüfuz etti ve insanlara yıllar boyu sürecek korku ve dehşet yaşattılar. Muhabere ve muvasala imkânlarının geliştiği, öldürücü silahların daha güçlü hâle geldiği bir dönemde bence bu meseleyi uluslararası platforma taşımak suretiyle milletleri birbiriyle barıştırma yollarını araştırmak önemli bir ibadettir.

Tertemiz kalble ötelere yürümek

Küsleri birbiriyle barıştırmak suretiyle arabuluculuk yapmak aynı zamanda Allah ahlâkı ile ahlâklanma demektir. Zira bir kısım hadis-i şeriflerde Cenâb-ı Hakk’ın bazı kulları arasında tabir caizse arabuluculuk diyebileceğimiz bir icraat-ı sübhaniyesi ifade ediliyor. Meselâ bu dünyada bir insan bir başkasının hakkını yemiş olarak ahirete intikal etti diyelim. Fakat hak yiyen bu insan nezd-i ulûhiyette değerli bir insan. Ahirette Cenâb-ı Hak, hak sahibine diyor ki, “Senin bu kulumdan alacağın var. Ama sen Benim bu kuluma hakkını helal edersen Ben de sana şunları şunları vereceğim.” İşte böyle bir davranışı biz dünyadaki ferdî, ailevî ve içtimaî hayatımıza alıp uygulayarak o ahlâk-ı ilâhî ile ahlâklanabiliriz. Evet, eğer Allah (celle celâluhu) ahirette insanlar arasında böyle bir muamelede bulunuyorsa, bu bizim için de çok önemli bir referanstır. Kanaatimce biz, bu ilahî ahlâkı değerlendirmeli ve her zaman içimizdeki küsleri barıştırma gayreti içinde olmalıyız.

Ben kimseye küstüğümü hatırlamıyorum. Kırk, elli senedir aleyhimde yazı yazan insanlar var. Bu insanlar, gülsem de aleyhimde yazıyorlar, ağlasam da aleyhimde yazıyorlar. İkisinin ortasında duruyor olsam, muhakkak onunla da alakalı bir şey bulup yazıyorlar. Ben bu insanlara küsmedim/küsmem, bilakis onların hâline acırım. Demek ki yazacak başka mevzu bulmada zorluk çekiyorlar, diye düşünürüm. Tabiatımda olmadığı için böyle insanlar hakkında hiçbir zaman “Yuvarlansın ve Cehennem’e gitsinler” demedim. Hatta bir zamanlar yakın birisi, olmadık gadr u cefada bulunduğunda bir ara aklımdan Allah’ın onu cezalandırması geçti. Çünkü yakının gadr u cefası insana çok daha fazla dokunur. Fakat buna rağmen ben odama girdim ve “Yahu ne hakla!” dedim. Allah şahit, hıçkıra hıçkıra ağladım. Çünkü bir insanı Cehennem’e mahkûm etmek kolay bir şey değildir. Onun sana yaptığı kötülük seni Cehennem’e mahkûm etme değil ki! Kaldı ki öyle bile olsa o seni Cehennem’e attı diye sen de onu Cehennem’e atamazsın. Bu açıdan bence küsmenin, darılmanın, birilerine karşı hınç duymanın bir anlamı yoktur. Allah huzuruna kalbimiz temiz ve hiçbir kimseye karşı içimizde gıll u gış olmadan gitmeliyiz. Biz Arapça’dan dilimize geçen bu ifadeyi, içimizde kıl kadar bir şey olmadan şeklinde anlarız. Fakat bunun mânâsı esasen içimizde hiç kimseye karşı olumsuz, negatif bir şeyin olmaması demektir. Canın cânana koşması gibi, Allah’ın sizi beklemesine cevap olarak siz de O’na tertemiz bir gönülle gitmelisiniz. Fuzuli ne hoş söyler: “Canımı cânan eğer isterse minnet cânıma / Can nedir kim, ânı kurban etmeyem cânânıma...” Bence, “Sen hep böyle arınmış olarak yaşadın, gel artık!” davetine saf, duru ve tertemiz bir hâlde gitmek lazım. Rabbim, hepimize ötelere yürürken, böyle bir ufuk, böyle bir anlayış nasip eylesin. Âmin!

Kutlu Doğum ve Kırmızı Gül

Soru: Kutlu Doğum münasebetiyle gerek Türkiye'de, gerekse yurt dışında Peygamber Efendimiz'i (aleyhi efdalüssalavât ve ekmelüttahiyyât) daha geniş kitlelere duyurma adına neler yapabiliriz? Bu konuda ifrat ve tefrite girmemek için bir kutlama çerçevesi belirlemek mümkün müdür?

Kutlu miras ve peygamber vârisleri

Fethullah Gülen: Kutlu miras ve peygamber vârisleri

Soru: Dinimizin, âlimi âbidden daha faziletli kabul edişini nasıl anlamalıyız? Âlimi, âbidden üstün kılan hususiyetler nelerdir?

Kutsala saygı

Fethullah Gülen: Kutsala saygı

Dine ve mukaddes değerlere yapılan hakaret ve saygısızlıklar karşısında mü’mince duruş ve tavır nasıl olmalıdır?

Lağviyat Karşısında Mü’mince Duruş

Soru: Kur'ân-ı Kerim'de değişik yerlerde “lağv” ifadesine dikkat çekilerek mü'minlerin ondan yüz çevirmeleri, uzak durmaları isteniyor. Lağv ne demektir, hangi söz ve fiiller lağviyata girer?

Latîfelerin Ölümü ve Yaralı Kalpler

Soru: İşlenen günahlardan dolayı kalp ölür mü? Günah hücumlarına maruz kalmış bir kalbin tekrar canlanması ve ötelere açık hâle gelmesi mümkün müdür?

Cevap: Üstad Hazretleri Lem'alar'da, Hazreti Eyyub aleyhisselâmın zâhirî yara ve hastalıklarıyla bizim bâtınî, ruhî ve kalbî hastalıklarımızı kıyaslıyor ve "İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazreti Eyyub'dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalp ve ruhumuzda yaralar açıyor." diyor. Hazreti Eyyub aleyhisselâmın, kısacık dünya hayatını tehdit eden yaralarına mukabil, bizim mânevî yaralarımızın, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ettiğini söylüyor. Günahların kalbe işleyip iman nurunu çıkarıncaya kadar onu katılaştırdığını, kapkara hâle getirdiğini anlatıyor ve "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırır. Günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler -neûzu billâh- mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler" diyor.

Demek ki, her günah kalp ve ruhta yaralar açıyor. Eğer günahın yaptığı tahribat bir yara cinsindense, onun tedavisi mümkündür. Tevbe ve çok ciddi bir nedametle Cenabı Hak'tan tamir talebiyle onlar tedavi edilebilir. Çünkü, bazı latîfeler, ince ve hassas duygular vardır ki, bunlar ruh ve kalbin direği ve esası durumundadır. Cenâbı Hakk'ın engin rahmetindendir ki, bunlar, pek çok yaralar alsalar, pörsüyüp solsalar da ölmezler. Evet, insan, bir aralık tökezlese, günahlara girse ve bazı latîfelerini soldursa bile belli bir terbiye ve rehabilite ile kendi özüne yönelirse, kalbî hayatın asıl kaynağı olan latîfeler yeniden canlanır. Dolayısıyla belli günahlar neticesinde yaralanan, sararan, kurumaya yüz tutan bu latîfeler, gönülden gelen bir pişmanlık ve ciddi bir tevbeyle tekrar yeşerir, boy atar ve meyve verir.

Hazer Et!..

Bazı latîfeler de vardır ki, işlenen bir kısım günahlar neticesinde ebediyyen kurur, söner ve ölür. Ama zannediyorum bu latîfeler, insanın ruhî ve kalbî hayatı adına asıl hayat kaynağı olan latîfelerden değildir. Üstad Hazretleri Ondördüncü Nota, Üçüncü Remiz'de insan mâhiyetine konan mânevî cihâzât ve latîfelerin farklılığından; bazılarının dünyayı yutsa doymayacağından, bazılarının ise bir zerreyi dahi kendinde barındıramayacağından bahsediyor. Bazı latîfelerin, tüy kadar bir ağırlığa, yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamayacağını ifade ediyor ve "Mâdem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem'a, bir işaret ve bir öpmekle batma!" diyor.

Evet, dünyaları istiab edebilecek duygular vardır insanda. Cihanlar, Cenabı Hakk'ı Zat-ı ulûhiyetine yakışır şekilde –bi kem u keyf– göstermekten acizdir. Fakat insanın kalbi, fuadı, latîfe-i rabbâniyesi O'nu gösterebilecek bir aynadır. Ahmet b. Hanbel'in naklettiği bir hadis-i şerifte Cenabı Hak, "Yeryüzü ve gökler Beni içine almaktan aciz kaldı. Lakin Beni, yumuşak huylu, halim-selim bir mü'min kulumun kalbi içine aldı." buyurmaktadır. İbrahim Hakkı hazretleri çok güzel bir üslupla bu hadisi tercüme etmiş ve şöyle demiştir: "Sığmam dedi Hak arz u semaya/Kenzen bilindi dîl (gönül) madeninden." Arz ve sema deyince ışık hızıyla trilyon trilyon sene ötedeki sistemleri de düşünün; o tarifi imkansız uzaklıklardan insanın şah damarına kadar olan mesafedeki her şeyi bir kitabın parağrafları, cümleleri, satırları, kelimeleri, harfleri haline getirin ve hepsini birden serin gözünüzün önüne... Onların hepsi biraraya gelse de Zat-ı ulûhiyete tam aynalık yapamaz; belki O'na dair önemli bilgiler verir ama O'nu tam aksettiremez. Evet, arz ve sema tam bir ayna olamaz, fakat, siz O'nu kendi vicdanınızda duyabilirsiniz; latîfe-i rabbâniyenizde, kalbinizde, fuâd dediğiniz kalbinizin o derinliğinde hissedebilirsiniz. Gönlünüz adeta bir maden ocağı ve O da orada bir defineymiş gibi -yine bi kemm u keyf- O'nu bulabilirsiniz. Kalbinizin sezmesi, kainatların ifade ettiği manaların çok üstünde bazı şeyler ifade ve ifâza eder.. çünkü, Allah sizi dünyaları içine alabilecek duygularla, latîfelerle donatmıştır.

İşte, bu latîfelerden bazıları söner, kurur ya da ölürse, insan ancak o latîfenin ayağıyla alabileceği mesafeleri artık alamayabilir. Mesela, bir insanın hissi sönmese, şuuru ölmese, iradesi felç olmasa bile latîfe-i rabbâniyesi kurumuşsa, onun kolu-kanadı kırılmışsa, latîfe-i rabbâniye ayağıyla ulaşacağı mertebelere ulaşmaz.

Genel kabule göre: İnsana havâss-ı hamse ya da havâss-ı hamse-i zâhire denilen, günümüzün ifadesiyle beş dış duyu kabiliyeti lutfedilmiştir. İnsan, bunlar vasıtasıyla sesleri, renkleri, miktarları, hareketleri, kokuları, tadları, soğukluk ve sıcaklığı hisseder. Havâss-ı hamse-i zâhire nefs-i hayvanînin idrak etme ve bilme kabiliyetinin bir kısmını oluşturur. Fakat asıl idrak etme ve bilme faaliyeti havâss-ı bâtınenin, yani iç idrak latifelerinin devreye girmesiyle tamamlanır. Havâss-ı bâtıne de hiss-i müşterek, mütehayyile (hayal gücü), vâhime (vehim gücü), hâfıza (hatırlama gücü) ve mutasarrıfa (tasarruf gücü) olmak üzere beştir. Bediuzzaman Hazretleri, insanda bunlardan başka, âlem-i gayba açılan daha pek çok pencerenin var olduğunu söyler. Mesela, işitme, görme ve tatma gibi hislerle beraber "sâika" ve "şâika" dediği hislerden de bahseder. İşte, bir insanda sâika diyeceğimiz latîfe ömüşse, o insan hayra sevkeden o latîfenin dürtülerini, tenbihlerini ve tetiklemelerini artık hissedemez. Yani, sâikanın kolu-kanadı kırıldığından dolayı ondan alacağı te'yid ve destekten mahrum kalır. Şâika da öyle bir latîfedir ki, insan onun tenbih ve tetiklemeleriyle din-i mübîni İslam'a ait en ağır sorumlulukların altına bile aşk u şevkle girebilir; dinini anlatırken, Necip Fazıl'ın ifadesiyle, öz beynini burnundan kussa ve gözünden yaş yerine kan akıtsa, yine de, büyük bir şevkle, "Değil mi ki Rabbimin yolundayım, O'nun nârı da hoş nuru da!" deyip yoluna devam edebilir. Fakat, insan bu tür latîfelerini muhafaza etme hususunda dikkatli davranmazsa, bir öpme, bir lokma, bir dâne ya da bir kelimeyle şâika hissinin ölümüne sebep olabilir. O latifesini öldürmek suretiyle ibadet ü tâat hususundaki aşk u şevkinin kolunu kanadını da kırmış olur.

Dolayısıyla, bazen bir lokma, bir dâne, bir öpme ya da bir bakma insanı kalbin zümrüt tepelerine taşıyabilecek olan latîfeleri öldürebilir. Bazen, aslında birer nimet olan, bir İnternet sitesi, bir bilgisayar ekranı, bir telefon âhizesi ya da bir dergi sayfası birkaç latîfenin ölümüne sebep olur da insan hiç farkına bile varamaz. Meşrû dairedeki lezzetler keyfe kâfî iken ve gayrı meşrû dairede, bir zevk içinde binlerce elem bulunuyorken bu hakikati görmezlikten gelme kalbi ölüme sürükler. Bazen şahsın içinden gelmeyen sahte bir tavır, yalan bir beyan, faydasız bir söz onu manen ölüme götürür. Hatta riyâkarca akıtılan bir kaç damla gözyaşı ya da "görsünler" düşüncesiyle ortaya konan bir davranış kalp ve ruhu felaket yoluna itebilir. Hak edilmeyen haram bir lokma, o lokmayı yiyenin gönül dünyasını mahveden bir zehir oluverir.

İslam'la Sarılan Yaralar...

Evet, insanda bazı lâtifeler vardır ki, bir ihmal ya da hata neticesi sönebilir. Söndükten sonra da bazen "Kellâ bel râne alâ kulûbihim mâ kânû yeksibûn - Hayır, gerçek şu ki, yapageldikleri kötü işler onların kalblerini paslandırmıştır." (Mutaffifin, 83/14) hakikati tecellî eder de kalp bütün bütün mühürlenir. O zaman bu lâtifeler hiç dirilmez. Ve şayet onlar, insanın solmaması, renk atmaması, aşk ve heyecanını koruması için birer esas ise, insan o dinamikleri kendi içinde öldürmüş ve kendini bitkinliğe, yorgunluğa, tembellik ve tenperverliğe atmış olur.

Eğer, insanı manevî alemler adına keşfe hazırlayan latîfeler ölmüşse, o insan ne kadar uğraşsa da keşfe açılamaz, terakki edemez. Velilerin ekserisi böyle bazı latifelerinin ölüp gittiğinden bahisle, kendi kendilerinden şikayette bulunmuşlardır. Çünkü ölen latifeler, önemli ölçüde onların terakkilerine mâni' olmuştur.

Ancak şu hususu da ısrarla tekrarlamakta fayda vardır: Ölen latifeler katiyen hayatî latîfeler değildir. Eğer bunun aksi olsaydı, tevbeye çağrılmamızın bir manâsı kalmazdı ve şayet günahlar böyle hayatî latîfeleri bütün bütün öldürseydi, küfür ve Allah'ı inkâr karşısında hiçbir latîfe canlı kalamaz ya da yeniden dirilemezdi. O zaman da küfürden sonra imân, irtidattan sonra da geri dönüş kapıları tamamen kapalı demek olurdu.

Ayrıca, İslâm, insanın aslî fıtratına dönmesidir. Böyle bir dönüşle insan ikinci bir fıtrat kazanır. Eğer küfür ve inkâr, belli dönem itibariyle sahabenin aslî hüviyetini tamamen değiştirmiş olsaydı, o insanlardan hiçbiri imân edemez ve tabii gökteki yıldızlar haline gelemezlerdi. Aynı şeyi bazı büyük veliler için de söylemek mümkündür... Ashab-ı kiram efendilerimiz arasında Hazreti Ebu Bekir efendimiz gibi cahiliyede de, Müslümanlık'ta da haram karşısında eğilmemiş, cahiliye görmemiş, hep iffetle yaşamış insanlar vardı. Fakat öyleleri de vardı ki, İslam'dan önce sabah akşam içki içer, hiç ayık gezmez ve müslüman olduktan sonra gölgesinden bile geçmeyecekleri, adını anmaktan haya edecekleri şeyleri daha önceleri rahatlıkla işlerlerdi. Fakat, Müslim'in rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre: Amr b. As (ra) Peygamberimize gelerek, bağışlanmak şartıyla kendisine biat etmek ve müslüman olmak istediğini söylediğinde Peygamberimiz, "Bilmez misin ey Amr, İslâm, kendisinden önceki günahları yok eder. Hicret, kendisinden önceki günahları yok eder. Hac, kendisinden önceki günahları yok eder." buyurur; İslam'ın, müslümanlıktan önceki her şeyi silip süpürüp götürdüğünü müjde eder. Demek ki, o dönemde ne kadar çatlama, kırılma, yıkılma ve tahrip olmuşsa, Müslümanlık onların hepsini tamir etmiş. Zaten İslam, insanlardaki eksiği, gediği, kırığı, döküğü tamir etmek için gelmiştir. Dökülüp yollarda kalanları kaldırıp varmaları gerekli olan noktaya yönlendirmek için gelmiştir. Öyleyse, insanlar Müslümanlığa girdikten sonra cahiliye döneminde bir kambur gibi sırtlarına aldıkları o günahlarla kalmazlar. Allah, onlara rahmetiyle muamele eder ve sırtlarında ağırlık yapan her şeyden kurtarır onları. Bundan dolayıdır ki, ashab-ı kiram efendilerimiz velilerin dahi kendilerine yetişemeyeceği yüce insanlardır; mazilerinde, sonradan günah olarak tebliğ edilen pek çok şey işlemiş olmalarına rağmen velileri bile geçmişlerdir. Demek ki, onlardaki hayatî latîfeler cahiliye döneminde bütün bütün ölmemiş ve onlar her zaman imâna açık kalabilmiştir. Sadece imana açık kalabilmiş de değil; bir başkasının ulaşması imkânsız mertebe ve derecelere de yükselmişlerdir.

Ne var ki, temkin ve teyakkuza daha uygun olan düşünce, Ashab efendilerimizin peygamber olmayan bir dönemde, bir fetret devrinde geldikleri ve bizim onlarla kıyaslanamayacağımız mülahazasıdır. Cenabı Hak, "Biz peygamber göndermediğimiz hiçbir halkı cezalandırmayız." (İsra, 17/15) buyuruyor. Bu ayeti her hatırlayışımda duygulanırım ve içimden "Allahım, rahmetin ne kadar geniş; bir Peygamberinden mesaj alamayan, Seni tanıma fırsatı bulamayan insanlara azap etmeyeceğini söylüyorsun." derim. Evet, işaret ettiği başka hükümlerle beraber, bu ayet, fetret dönemlerinde, bir yaratıcı olduğunu kabul eden, aklıyla o neticeye varan insanların da kurtulabileceğini ifade ediyor. Eğer Sahabe efendilerimiz öyle bir dönemin avantajını paylaşıyorlarsa, demek ki onların durumu daha sonrakilerden farklıdır. Yani, tanımış, bilmiş, saraydan içeriye girmiş, harem dairesine ulaşmış ama orada kalmayıp dışarıya çıkmış, koridoru da geride bırakarak sokakta melanete dalmış insanlar onlarla beraber mütalaa edilemez. Bundan dolayı, bizim en küçük hatalardan bile kaçınmamız ve latîfelerimizi söndürmemeye, öldürmemeye azami gayret göstermemiz gerekir.

Yeniden Diriliş Talebi

"Hata" kelimesi bana Bakara suresinin son iki ayetini hatırlattı.. Peygamberimize Mi'rac armağanı olarak verilen ve Efendimizin "Her kim geceleyin Bakara sûresinden bu iki âyeti okursa ona yeter." "Allah Teâla Bakara sûresini iki âyetle sona erdirdi ki, bunları bana, Arş'ın altındaki bir hazineden verdi. Bunları öğreniniz; kadınlarınıza ve çocuklarınıza öğretiniz. Çünkü bunlar hem salâttır (namazdır), hem duadır, hem Kur'ân'dır." buyurduğu ve Hazreti Ömer ile Hazreti Ali efendilerimizin de, "Aklı başında hiçbir adam görmezdim ki, Bakara sûresinin sonundaki bu âyetleri okumadan uyusun." dedikleri rivayet edilen iki ayet.. Bu ayetlerde bazı ihtar ve tenbihler de görüyoruz. Allah'ın, hiç kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmadığını; herkesin kazandığı iyiliğin kendi lehine, işlediği fenalığın da kendi aleyhine olduğunu okuyoruz. Sonra da "Rabbimiz! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak hata yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma." şeklinde bir dua öğreniyoruz. Oysa, Kur'an'ı bize talim eden Allah Rasûlü buyuruyor ki, "Hata ve unutmadan doğan sorumluluk, ümmetimden kaldırılmıştır." Peygamberimiz bize hatayla ve unutmadan dolayı işlediklerimizden kalemin kaldırıldığını ve onlardan hesaba çekilmeyeceğimizi haber veriyor. Fakat, bu habere rağmen biz, "Rabbimiz! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak hata yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma." diye dua ediyoruz. Ve yine Efendimiz (sav) o meşhur duasında "Allahümme'ğsil hatayâye bimâis'selci vel'beradi ve nekkı kalbî mine'l-hatayâ kemâ yunakkas'sevbu'l-ebyadu mine'd-denesi ve bâid beynî ve beyne hatayâye kemâ bâatte beynel'meşriki vel mağrib - Allahım! Hatalarımı kar ve dolu suyu ile yıka ve beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi kalbimi de günahlardan temizle. Benimle hatalarımın arasını doğu ile batının arasını ayırdığın gibi ayır." buyuruyor. Dikkat ederseniz, Efendimizin, kendisinden mağrib-meşrik arasındaki rakamlara sığmayacak mesafe kadar uzak olmasını istediği şey hatalardır, yani O aleyhine yazılmayan ve hesaba çekilmeyeceği şeyden bile uzak olmayı istemektedir.

İşte, adını bildiğiniz ya da bilemediğiniz, farkına vardığınız ya da varamadığınız, bazen büyük velilerin keşfettikleri ama bir isim koyamadıkları sâika ve şâika gibi pek çok latîfeniz vardır. Onların her biri sizi güçlü ve kuvvetli kılar; sizi yüreklendirir, bir iştiyak ve bir insiyak kahramanı haline getirir. Onlar vesilesiyle, kanat çırpmadan hemen uçar ve O'na ulaşırsınız, Allah'ın izin ve inayetiyle. Şayet, herhangi bir hata ya da günah sizin için böyle avantajlı dinamikleri felç ediyorsa, o çok ciddi bir tehlikedir. Çünkü bazen bir hata veya günah, bir ya da birkaç latîfenin ölmesine sebep olup insanın kalbî ve ruhî hayatına çok zarar verebilir. Eğer bir dönemde o tür hata ve günahlara girmiş ve latifelerinizi öldürmüşseniz, hiç vakit kaybetmeden tevbe ve istiğfar efsunuyla onları yeniden canlandırmaya çalışmanız gerekir. O latifelerinizin üzerine sürekli tevbe, inabe ve evbe mühürlü nefesler üflemeniz iktiza eder.

Hasılı, insanda her zaman hem bir ölüm, hem de bir yeniden diriliş meydana gelir. Ölme ve dirilme her zaman vardır. Fakat, unutmamak lazım ki, Kur'an'ın "O, ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır ve ölmüş toprağa hayat verir." (Rum, 30/19) diyerek tavsif ettiği bir Rabbimiz var bizim. O her zaman ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarabilir ve çıkarmaktadır. Ayetin metninde geçen ifadede fiil kipleri kullanılmaktadır. Bu kip geniş zamana, yani eskilerin ifadesiyle, "şimdiki hâle ve istikbale" delalet eder. Allah, şu anda ölüden diriyi çıkarıyor, gelecekte de bunu yapmaya kâdirdir ve yapacaktır. Demek ki, yaralı kalblerimizin tedavisi ve sönmeye yüz tutmuş hatta ölmüş latîfelerimizin yeniden canlanması hususunda da Allah'ın lütuf kapısı açıktır.. ve biz de işte o kapının tokmağını çalmaya namzetiz. Bizim sadece tekmil verip karşısında hazır ol vaziyetine geçmemiz iktiza ediyor. Elpençe divan durmamız, "bahtına düştük" dememiz; "Allahım, kalblerimize yeniden hayat ver, latîfelerimizi bir kere daha canlandır." niyazında bulunmamız gerekiyor. Bu açıdan, bir kısım latîfelerimiz ölebilir; fakat, ölen latifeler katiyen hayatî olanlar değildir. Ayrıca, Allah onların hepsini diriltip bize ba's ü bade'l-mevt ihsan edebilir. Bu mevzuda yapılacak şey, dua, tazarru ve niyazdır; tevbe, inabe ve evbedir; herkesin seviyesine göre Cenabı Hakk'a teveccüh etmesi ve O'ndan diriliş dilenmesidir.

Laubalilik, Şathiyat, Ciddiyet ve Vakar

Laubâlilik ve şathiyâttan uzak kalarak mü’mince tavır sayılan ciddiyet ve vakar sahibi olabilmek adına dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir? İzah eder misiniz?

Laubalilik veya tasavvuftaki ifadesiyle şathiyat, kişinin iman ve mârifet ufkuna, Allah’la irtibat seviyesine göre farklılık arz eder. Bazılarının akıllarına şimşek gibi anlık dahi olsa, küfür ve dalaletle alâkalı bir şey geldiğinde, bu durum onların âdeta ödünü koparır, çatlatır onları. Bizim gibi mübtedîler ise ancak Zât-ı Ulûhiyet’le, peygamberlikle alâkalı kullandıkları ifadelerden dolayı “Acaba küfre, dalalete düşmüş olabilir miyim?” endişesi taşır.

Bir başka ifadeyle, laubalilik ve şathiyatın sınırları çok geniştir. Meselâ Allah’a karşı saygısızlık ifade eden öyle münasebetsiz laubalilikler vardır ki, bunlar, küfür işmam ederler. Bu tür münasebetsizce laflar neticesinde insan, hiç farkına varmaksızın küfre sürüklenir. Bu açıdan mübtedî seviyede de olsa inanan bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın her yerde hazır ve nazır olduğu hakikatini vicdanında duymaya çalışmalı ve bu duyuş onun davranışlarına aksetmelidir. Diğer taraftan, tanıdığım öyle isimler vardır ki, ben onların dudaklarının geriye gittiğini hiç görmemişimdir. Bu insanlar, hayatları boyunca, başları hep önlerinde sürekli murakabe hâlindeydiler. Onların, bu derince bakış ve mehip hâlleriydi ki gönüllerde çok ciddi tesir meydana getirirdi.

Kahkahalarla Soldurulan Kalbî Hayatlar

Hiç şüphesiz herkes böyle bir ufku paylaşamaz. Meselâ bizler, neşet ettiğimiz ortam itibarıyla beyâbandaki çobanlar gibiyiz. Ufkumuz yok, kalbimiz inkişaf etmemiş, dimağ ve düşüncelerimiz de zayıf kalmış. Fakat her şeye rağmen yine de insan, meâliye talip olmalıdır. Şu an donanımımız, kabiliyet ve ufkumuz itibarıyla harem dairesinin kapısının önünde duracak bir yer bizim için mukadder gibi görünüyor olabilir. Fakat insan asla buna kanaat etmemelidir. Aksine o, Ayetü’l-Kübra’daki hakikat yolcusu gibi hep “hel min mezid” demelidir. Hatta harem dairesine bile girse, orada da, “Acaba O’nunla münasebetimi nasıl daha kavî hâle getirebilirim?” arayışı içinde olmalı ve sürekli “Daha yok mu?” talebinin peşinde koşmalıdır. Evet, mü’min, “la ilahe illallah” ile adımını içeriye attığı andan itibaren hep maiyyet ufkunu aramalıdır. Yani dudaklarının hiç geriye gitmeyeceği, çehresinin bembeyaz kesileceği, mehabet ve mehafet içinde yüreğinin ağzına geleceği ufuk hangi ufuksa onu yakalamaya çalışmalıdır. Belki yer yer reca kaynaklı bir tebessüm dudağında belirse de çok geçmeden bir mehafet ve mehabet atmosferine bürünmeli ve benliğini havf u haşyet duygusu sarmalıdır. İşte gerçek kurbet kahramanları bunlardır. Zira mübarek ve nurlu çehresi recanın bir ifadesi olarak mütebessim bulunsa da, kaynaklarda Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı boyunca üç defa güldüğü kaydedilir. Sahabe-i kiram ve tâbiîn-i izam arasında da bu hâl ile serfiraz nice insan vardır. Hatta bazıları bu vasıfları ile tanınıyor ve biliniyorlardı. Öyleyse insan temelde laubalilikle arasına mesafe koymalı ve egzersiz yapa yapa kendini ciddiyet ve temkine alıştırmalıdır. Bu yapılabildiği takdirde, zamanla bu hâl onun her davranışına sirayet eder.

Siz, Üstad Hazretleri’nin 17. Söz’de Mevlâna Cami’den naklettiği;

يَكِي خَواهْ، يَكِي خَوانْ، يَكِي جُويْ، يَكِي بِينْ، يَكِي دَانْ، يَكِي گُويْ

“Sadece Bir’i iste, Bir’i çağır, Bir’i talep et, Bir’i gör, Bir’i bil, Bir’i söyle.” ifadelerinden ne anlıyorsunuz? İşte insan bu hakikatlerin mânâsına iner, onlara nüfuz eder, hep o ufukta yaşama, hep O’nu görme, O’nu bilme, O’nu çağırma ve O’nu isteme sevdasıyla hareket ederse, zamanla bu hâl onun tabiatı hâline gelir.

Biraz önce ifade edildiği üzere, bizim gibi mübtedîler için böyle bir hâl, uzak görülebilir. Fakat bizler de, hiç olmazsa, münasebetsizce, yerli yersiz kahkaha atmaktan uzak durmalı, tavır ve davranışlarımızda sululuğa girmemeliyiz. Hele, bir şekilde dini temsil konumunda bulunuyorsak, mesele çok daha hassasiyet ister. Zira çevrenizdeki insanlar sizden böyle bir hâl ve tavır bekler. Mademki mü’minsiniz, bu mevzuda başkalarından bir farkınız olmalı, bir farklılık ortaya koymalısınız ki, insanlar size baktıklarında dininize ve dinî değerlerinize imrenerek baksınlar. Şayet siz de başkaları gibi davranır, başkaları gibi hareket eder, başkaları gibi konuşur, başkaları gibi güler ve başkaları gibi eğlenirseniz muhataplarınız iman ve imana ait güzellikleri sizde göremez. Farklılık olarak geriye sadece bir kısım nazarî malumat kalır ki, o da hakiki iman demek değildir. Evet, nazarî bilgilerin, bir yönüyle küfrün önünü kesme gibi bir fonksiyonu vardır, fakat unutulmaması gerekir ki, imanın, insanın sinesine oturması amelle olur.

Hayatı Kuşatan İhsan Şuuru

Seyr ü sülûk-i ruhanî neticesinde bir noktaya gelmiş insan, orada kendini temkin ve teyakkuza hazırlar/hazırlaması gerekir. Böyle bir hak yolcusunda, sekr u mahv hâlinde bile daima bir teyakkuz ve temkin emaresi görülür. O, “Allah var!” diyerek ulu orta hareket etmekten kaçınır ve her davranışında temkin soluklar. Hatta ıtrahatta bulunurken dahi kulaklarına kadar kızarır. Çünkü melekler oraya giremeseler de insan, her zaman ihsan şuuru içinde olmalıdır. Dolayısıyla bu mülâhaza, onun bütün hâl, tavır ve davranışlarına sirayet eder.

Size daha önce de arz etmişimdir. Alvar İmamı ötelere göçtüğünde henüz on altı yaş civarındaydım. Bu sebeple onu ve onun ağzından dökülen mânâ derinlikli sözleri idrak ettiğimi söyleyemem. Fakat onun oturuşunda, kalkışında, hâl ve hareketinde öyle bir tesir vardı ki, en beliğ sözlerden daha müessirdi. Doksana merdiven dayamış olmasına rağmen sekiz saat dizleri üzerinde otururdu. Ayakları uyuşmaz mıydı bilemiyorum. Üstelik prostatı da vardı. Buna rağmen o, hiç tavrını değiştirmezdi. Hiçbir şey söylemese sadece bir kere yanınızda “Allah!” dese yüreğinizi ağzınıza getirmeye yeterdi. Bazen elektrik verilmiş gibi birdenbire titrerdi. İşte onun bu derûni, ciddi ve vakûr hâli, tavır ve davranışları, bakışları ve yüz çizgileri sizin ruhunuza aksederdi.

Hâl ve tavrıyla, oturuş ve kalkışıyla insana tesir eden insanlardan birisi de Salih Efendi’ydi. Ben onun dudağının geriye gittiğini hiç görmedim. Onu tanıdığım dönemde, çocuklarının en küçüğü yaşındaydım. Fakat buna rağmen ziyarete geldiğinde ben onu bir kanepeye oturtamazdım. Hep dizleri üzerinde otururdu. İşte bu ölçüde bir temkin ve teyakkuz insanıydı. Zannediyorum, siz böyle bir insanı alıp Allah’ın huzuruna götürseniz, doğrudan doğruya, bîkem u keyf Cenâb-ı Hakk’ın kelamını işitse, doğrudan doğruya O’ndan emirler alsa yine de o insan diyecektir ki: “Ya Rabbi! Acaba bunlar nefsimden kaynaklanan şeyler midir? Eğer öyleyse bunlardan Sana sığınırım. Sen büyüksün. Benim gibi günahkâr, asi, küçük bir kul böyle bir iltifata layık olamaz. O zaman bu hâl nedir Allah’ım?” İşte bu anlayıştaki bir insan, temkine alıştığından dolayı, hep temkin soluklar, temkinle hareket eder, temkinle oturur kalkar ve hiçbir zaman tavrını değiştirmez. Dolayısıyla böyle bir insandan hiçbir zaman şathiyat da sadır olmaz.

Diğer taraftan bazıları, kendilerine verilen bir kısım mevhibeler karşısında veya varidat yollarının azıcık onlara açılması neticesinde mal bulmuş mağribi gibi sevinip kendilerini kaybedebilirler. Ancak Şâh-ı Geylânî, Muhammed Bahâuddin Nakşibendî veya İmam-ı Rabbânî gibi zatlardır ki, bir an olsun temkinden ayrılmamışlardır. İmam-ı Rabbânî Hazretleri Mektubat adlı eserinde, “Öyle bir noktada bulunuyorum ki, ayağım yere değiyor mu değmiyor mu farkında değilim.” mealinde ifadeler kullanır. Ama o, ulaştığı bu mertebelere rağmen ısrarla sünnet-i seniyye minhâcına ve sahabe-i kiramın yoluna vurgu yapar ve her ne seviyede olursa olsun zahir-i şeriata milimi milimine uyma tavsiyesinde bulunur.

Fakat günümüz Müslümanları olarak bizim, en ciddi eksiklerimizden biri Allah’ın her yerde hazır ve nazır olduğuna gönülden inanmayışımızdır. Bu konudaki malumatımız daha çok nazarî bilgiden ibaret. Dolayısıyla nazarî malumat hayata hayat kılınmayınca hâl ve tavırlarımızdan laubalilik ve gayr-i ciddilik dökülüyor. Evet, maalesef tavırlarımız mü’mince değil; bu sebeple ruhlara nüfuz edemiyoruz. Hâlbuki ben bu daire içinde, o sâbikun-u evvelîni hep ciddi ve vakur gördüm. Onlar nerede durduklarının farkındaydılar. Harem dairesinin önünde el pençe divan duruyor gibi hayatlarını yaşıyorlardı. Bu itibarla bilmemiz gerekir ki, laubalilik, gayr-i ciddilik ve şathiyatın mesleğimizde yeri yoktur. Bir an önce bu kötü haslete karşı tavır almalı, aramıza mesafe koymalı ve onun rüyalarımıza dahi girmesine fırsat vermemeliyiz.

İbadet hayatımızda şathiyattan uzak kalıp temkine ulaşma meselesine gelince: Eğer mü’min bütün hayatında ciddiyetin talibi olursa, ibadet ü taatinde de o hâli kolaylıkla yakalar. Bu sebeple ciddiyet, temkin ve vakar mü’minin bütün hayatına sirayet etmelidir. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) yatakta yatarken bile, sağ ellerini başlarının altına kor, ayaklarını göğsüne çeker, kıvrılır ve öyle istirahat buyururlardı. Siyere bakıldığında görülecektir ki, O’nun hayat-ı seniyyelerinin her damlasında, her santiminde böyle bir temkin ve teyakkuz vardır.

Eğer siz de hayatınızın bütün safahatında böyle bir ciddiyet peşinde olursanız, namaz ve diğer ibadet u taatinizde de şathiyattan uzak kalarak temkin, huşu ve hürmeti yakalayabilirsiniz. Evet, şayet siz de her yerde elinizden geldiği kadar O’nun huzurunda bulunuyor olma şuuruyla hareket eder ve tavırlarınızı ona göre planlarsanız, sun’iliğe ve yapmacık tavırlara girmeden hâl ve hareketlerinizden tevazu, mahviyet ve hacalet damlar. Unutmayın ki, eğer sun’iliğe girerseniz, insanlar, sizin tavırlarınızın yapmacık olduğunu sezer ve onu istiskal ederler. Böylece tabiî mütevaziler ile sun’i mütevaziler birbirinden ayrılmış olur. Aynı durum temkinli olan insanlarla temkinli gibi davranan veya teyakkuz içinde bulunanlarla, müteyakkız gibi davranan insanlar için de geçerlidir. Laubalilik ve şathiyattan uzak duruyor gibi hareket eden ve burada ciddiymiş gibi görünen insan, dışarı çıktığı zaman öyle uygunsuz harekette bulunur, öyle pespaye şaka ve laubalilikler içine girer, öyle münasebetsiz sözler sarf eder ki, onun bu hâl, hareket ve sözlerine şahit olduğunuzda kulaklarınıza kadar kızarırsınız. Çünkü ciddiyet onun henüz tabiatına mâl olmamıştır. İşte bizim böyle bir ikileme düşmememiz için inandığımız değerlerin hayatın her noktasında pratiğe dökülmesi ve böylece onların tabiatımızın bir derinliği hâline getirilmesi gerekir.

“Ne olur Allah’ım! Huzur ve mehabetini benliğimize duyur”

Cenâb-ı Hak’tan ciddi olmayı talep etmek lazım. “Talep ediyorum ancak tabiatımın bir derinliği hâline gelmiyor. Yine gayr-i ciddi, yine laubali, Allah’a karşı yine gaflet içinde bulunuyorum.” düşüncesi doğru değildir. Allah aşkına, biz bu hâl-i pürmelâlimizi düzeltme adına haftanın kaç gecesinde kalktık ve sabaha kadar yüreğimizi yırtarak: “Ne olur Allah’ım! Huzur ve mehabetini benliğimize duyur!” diye yalvardık da O vermedi! Hayır, biz böyle bir iddiada bulunursak yalan söylemiş oluruz. Şayet O vermiyor ve biz de hâlâ olduğumuz yerde bulunuyorsak, kalb ve ruh hayatımız için olmazsa olmaz, hayatî derecedeki bu hususa önem vermemişiz/vermiyoruz demektir.

Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim, ciddilerden ciddi bir üslupla, yeryüzünün en ciddi insanına, yeryüzünde ciddiyeti tesis için gelmiş bir kitab-ı semaviye-i arziye-i mukaddesedir. Yoksa Kur’ân,

وَمَا هُوَ بِالْهَزْلِ

“O bir şaka değildir.” (Târık sûresi, 86/14) âyet-i kerimesinde de ifade edildiği gibi, bir hezl ve lehv ü laib değildir.

Kaybettiğimiz bu ciddiyeti yeniden kazanabilmek adına, birbirimize sürekli telkinde bulunmalıyız. Bunun için, içtimaî mukavele yapıyor gibi birbirimize söz ve yetki verebiliriz. Meselâ, gayr-i ciddiliğe dalmış bir kardeşimizi gördüğümüzde: “Bu ne hâl kardeşim, yoksa ahiretten müjde mi geldi? Yoksa Cennet’le mi tebşir edildin?” diye birbirimize ikazda bulunabilmeliyiz. Kaldı ki, Cennet’ten müjde almış bir insan bile içeriye adımını atacağı ana kadar ciddiyetini muhafaza etmelidir. Zira oraya gireceğimiz ana kadar hiç kimse teminat altında değildir. Fahr-i Kâinat Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) bize temkin dersi verme adına “Ben de amelimle Cennet’e giremem!” (Müslim, Münâfikîn 76) buyuruyorsa, o zaman herkesin, başını iki elinin arasına alıp düşünmesi gerekmez mi? Namazın bir rekâtında Bakara, Âl-i İmrân, Mâide ve Nisâ sûre-i celilelerini okuyan Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) bile ameliyle Cennet’e giremeyeceğini ifade buyuruyorsa, insana, “Sen hâlâ neyin laubaliliğini yaşıyorsun?” diye sormazlar mı?

Liyakat ve istihkak

Soru: İman hizmetinin gerektirdiği sorumluluk ve liyakati ortaya koyamayanların âdet-i ilâhiye açısından dairenin dışına itilmeye müstahak hâle geldikleri ifade ediliyor. Bu kötü akıbete müstahak olmamak, diğer taraftan liyakat sahibi olabilmek için gerekli vasıfları izah eder misiniz?

Cevap: Liyakat, insanın üzerine aldığı vazifeye ehil olması ve o işi hakkıyla yerine getirmesi; istihkak ise, insanın yaptığı olumsuz ve kötü işlerden dolayı cezayı hak etmesi ve buna maruz kalması demektir. Fakat hemen ifade edelim ki, insan liyakat sahibi olsa da, Cenâb-ı Hakk’ın fazl u rahmeti herkes için ve her zaman çok önemlidir. Bu açıdan yüksek istidat ve kabiliyetlere sahip olan insanlar, üzerlerine aldıkları vazifeye layık olduklarını ortaya koysalar bile, yine de onların bu muvaffakiyetlerinde fazl-ı ilâhî esastır. Bununla birlikte meseleye âdet-i ilâhiye açısından bakıldığında liyakatin, çok önemli kazanımların vesilesi, istihkakın ise bunların kesilmesinin önemli bir sebebi olduğu görülür.

Nifak şebekeleri ve istihkak

Öteden beri ehl-i dalâlet ve nifak şebekeleri, inanmış gönüller tarafından tesis edilen bir kısım olumlu ve faydalı hizmetleri tersyüz etmek için hemen her dönemde akla hayale gelmedik değişik komplolar kurmuş, entrikalar çevirmişlerdir. Bu komplo ve entrikalarda sadece zaman ve şartlara göre değişen renk ve desen farklılığı vardır. Hatta aynı nifak şebekesi, belli bir dönemde kullandığı argümanla hâl-i hazırda arzu ettiği neticeye ulaşamayacağını anladığında, bu sefer daha başka argümanlar geliştirmiş ve bu argümanlarla bu hayırlı faaliyetlerin önünü kesmeye çalışmıştır.

İşte bu nifak şebekelerinin maksatlarına ulaşıp ulaşamayacakları biraz da mefkûre yolcularının bulundukları konumun hakkını verip vermediklerine, sorumluluklarını yerine getirip getirmediklerine ve bu konuda ortaya koydukları liyakate bağlıdır. Eğer onlar emanette emin emanetçiler olarak vazifelerini layıkıyla yerine getiriyor ve birer uyûn-u sâhire (uyanık gözler) olarak değişik menfezlerden, boşluklardan gelebilecek tehlikelere karşı vazifelerini) hakkıyla ifa ediyorlarsa Allah, nifak ehlinin bu tuzaklarını boşa çıkaracaktır. Ama eğer onlar liyakat keyfiyetinde sürekli kan kaybı yaşıyor, renk atıyor ve matlaşıyorlarsa -hafizanallah- o ölçüde istihkaka doğru kayıyorlar demektir. İstihkak gerçekleştiğinde ise Allah o emaneti alır ve onu emanette emin kimselere verir. Bu açıdan iman ve Kur’ân hizmetine gönül vermiş insanlar, kendilerine kurulan komplolardan salim olmak ve bulundukları konumu muhafaza etmek istiyorlarsa, durdukları yerin hakkını vermeli ve sürekli liyakat peşinde koşmalıdırlar.

Liyakatin önemli bir şartı: Yenilenme cehdi

Kur’ân-ı Kerim’de yer alan bazı âyet-i kerimelerden yola çıkarak liyakate vesile ve istihkaka sebep olan vasıfların neler olduğunu anlayabiliriz. Mesela Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerimede şöyle buyuruyor:

إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ
“Eğer isterse sizi götürür ve cedid (yeni) bir kavim getirir.” (İbrahim sûresi, 14/19; Fâtır sûresi, 35/16)

Burada seçilen “cedid” kelimesinden anlaşılıyor ki Allah yoluna omuz veren insanlar, duydukları her şeyi taptaze, gökten inen semavî bir sofra veya turfanda bir Cennet hurması gibi duymalıdır. Evet, onlar, Kur’ân âyetlerini ağızlarına alıp okumaya başladıklarında, henüz o an inmiş gibi, şimdiye kadar duyduklarının çok ötesinde bir zevk ve lezzetle kendilerinden geçmelidir. Aynı şekilde onlar, içinde bulundukları çağı çok iyi okumalı ve Müslümanlığa hizmeti de kendi yeniliği içinde yapmalıdırlar. Hatta onların ruhî hayatları da bu yenilikten payını almalıdır. Zaman akıp gitse, yıllar geçse bile onlar ülfet ve ünsiyete yenik düşmemeli, eskimemeli ve partallaşmamalıdır. Çünkü “cedid” olma, liyakatin olmazsa olmaz bir vasfı olduğundan, eğer bir topluluk bu özelliğini kaybederse, değiştirilmeye müstahak hâle gelir demektir.

Hizmet mürtedlerinin akıbeti

Konuyla alakalı üzerinde durulması gereken bir başka ilahi beyan ise Mâide Sûre-i Celîlesi’nde yer alan şu âyettir:

يَۤا أَيُّهَا الَّذينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دينِه فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُۤ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَۤائِمٍ ذٰلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَۤاءُ وَ اللهُ وَاسِعٌ عَليمٌ
“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirecek ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atâsı, ihsanı çok bol olandır ve her şeyi en iyi şekilde bilendir.” (Mâide sûresi, 5/54)

Âyet-i kerimede öncelikle “irtidat” tehlikesine dikkat çekilmektedir. İrtidat, bir insanın içinde bulunduğu önemli konumdan sıyrılıp tekrar geldiği yere dönmesi demektir. Böyle bir kişiye mürted denilir. Mürted denildiğinde ilk akla gelen ise itikadî mürteddir. Böyle biri İslâm dinini bırakıp gerisin geriye döndüğünden küfre düşmüş olur. Bunun yanında bir de dine hizmet mürtedleri vardır. Bunlar bir mefkûreye, belli bir dönem gönül vermiş olsalar da, bir müddet sonra sinek kanadı kadar küçük şeylere takılır kalır; kalır da hizmet aşk u şevkini, eski heyecan ve aktivitesini kaybeder ve ardından da içinde bulunduğu dairenin dışına çıkarlar. Esasında bu tür insanlar genelde bütün işlerin kendi heva ve heveslerine göre yapılmasını isteyen, böyle olmadığını gördüğünde bulundukları yerde ihtilâf ve iftirakların oluşmasına sebebiyet veren ve bunun neticesinde de gerisin geriye dönen akılzede ve kalbzede bir kısım zavallılardır.

Cenâb-ı Hak bu tür insanları önce şefkat tokadıyla uyarır fakat onlar ihtilâf ve iftirak ateşini körüklemeye devam ederse bu sefer nıkmet tokadına müstahak hâle gelirler. Bunun üzerine de Allah (celle celâluhû) “Madem siz ihtilâf ve iftiraktan medet umar hâle geldiniz, Ben de sizi götürüp birlik ve beraberliği esas alanları, vifak ve ittifak ruhuyla hareket edenleri getireceğim.” diyerek onların bulundukları alanı başkalarına bırakır. Bu açından din-i mübin-i İslâm’a hizmet etmeye dilbeste olmuş mü’minlerin hizmet mürtedi olmaktan çok endişe duymaları ve böyle bir duruma düşmemeleri adına pek çok şahsî haklarından feragatte bulunabilmeleri gerekir. İşte bu bir liyakat arayışı olduğu gibi aynı zamanda kötü akıbete müstahak olmaktan da sıyrılma yol ve yöntemidir.

Liyakatin esası Allah sevgisi

Âyette Allah (celle celâluhû) فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍAllah öyle bir kavim getirecek ki,” ifadesiyle konumunun hakkını vermeyen insanların yerine başka bir topluluk getireceğini ifade buyuruyor. Bilindiği üzere fiilin başında gelen “sevfe” edatı, uzak geleceğe işaret eder. Bunun anlamı şudur: Cenâb-ı Hak, iman eden insanları yapmış oldukları bir kısım olumsuzluklardan dolayı hemen cezalandırmaz. Onların imanlarına bir değer atfettiğinden ötürü, öncelikle onlara mehil üstüne mehil verir. Eğer onlar hata ve yanlışlarında ısrar ederlerse, bu defa Allah onları götürerek yerlerine başka bir kavim getirir. قَوْمٍkelimesinin nekre olmasından, bu kavmin hem meçhul bir topluluk, hem de kıymet-i harbiyesi yüksek bir topluluk olduğunu anlıyoruz.

Evet, o topluluğun şanı o kadar yücedir ki, siz bunu tasavvur ve tahayyül edemezsiniz. Bununla birlikte âyet-i kerime diyor ki, onları tanımanız için size bir kısım ipuçları vereyim: يُحِبُّهُمْAllah (celle celâluhû), kıymetini ihata edemeyeceğiniz kadar belirsiz olan o kavmi sever.” Yani şanına yakışır şekilde, rahmetinin enginliği ve muhabbetinin vüs’ati nispetinde onlara teveccüh eder ve sevmenin lazımını onlara ihsan eder. Daha sonra bu ilâhî sevgi onların kalblerinde Allah sevgisine inkılâb eder ve وَيُحِبُّونَهُOnlar da Allah’ı severler.” Bu fiil “if’al” bâbında gelmiştir. Bilindiği üzere bu bâbın ifade ettiği mânâlardan birisi de kesrettir. Bu açıdan şöyle denilebilir: “Onlar da Allah’ı delice severler.”

Âyetin devamında  أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنينَ buyrulmaktadır. Yani onlar, mü’minlere karşı “zillet” denecek ölçüde tevazu kanatlarını yerlere kadar indirmişlerdir. Fakat yanlış anlaşılmasın, onların bu tevazuu kesinlikle aşağılık kompleksi değildir. Çünkü onlar أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرينَKendi değerlerine sımsıkı bağlı olduklarından o değerleri inkâr edenlere karşı fevkalâde aziz ve onurludurlar.” Yani onlar, kibir, gurur, zulüm, bakış açısındaki inhiraf yüzünden veya âbâ u ecdadına intisabını ileri sürmek suretiyle inkâra saplananlar karşısında el etek öpmezler, Yine onlar, mü’minlerin ortaya koyduğu mesajlara karşı kat’î tavır alan muannit ve mütemerritler karşısında asla bel kırmaz, boyun bükmez, temennada bulunmaz, el ve etek öpmezler.

Allah uğrunda mücadele ruhu

Onların diğer bir vasıfları da يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِAllah yolunda mücahede ederler.” ifadesiyle anlatılmıştır ki, bunun mânâsı da Allah yolunda mücadele etmektir. Mücahedenin keyfiyet ve kapsamı çok geniştir. Tarifler çerçevesinde mücahede; insanlarla Allah arasındaki, imana mâni olan nefsanî, cismanî ve hayvanî bir kısım engellerin bertaraf edilip kalblerin Allah’la buluşmasının sağlanmasıdır. Bu tarife göre, çağın hayat felsefesi, idrak ve ilim seviyesi nazar-ı itibara alınarak ve buna uygun argümanlar kullanılarak insanlara el uzatılmalı; zulüm, kibir, bakış zaviyesindeki inhiraf ve ataları taklit gibi Allah’la insanlar arasındaki engeller de bertaraf edilmelidir.

Mücahedenin diğer bir şekli ise, dur-durak bilmeden emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker (iyiliği yaygınlaştırıp kötülüğü engellemeye çalışma) vazifesini yerine getirmektir. Gerek cami kürsülerinde, gerek konferans salonlarında, gerek seminerlerde, gerek meclis kürsülerinde ve gerekse mekteplerde, her nerede size hak ve hakikate tercüman olma imkânı verilirse orada hak ve hakikati dile getirmektir.

Fakat bir gün gelir de, düşmanlığa kilitli mütecavizler -değişik zamanlarda olduğu gibi- kapınıza dayanır, ülkenize saldırır, ırz ve namusunuza göz diker ve sizi ayaklar altına almaya çalışırlarsa, elbette o zaman mücadelenin şekli değişecektir. Bu durumda kınına girmiş maddî kılıç kınından sıyrılıp devreye girecek ve Çanakkale’de, Sırpsındığı’nda, Yemen’de, Bingazi’de olduğu gibi yeniden cepheye koşulacak ve orada verilmesi gereken mücadelenin hakkı verilecektir. Tabii ki milletçe yapılacak böyle bir mücadele de ancak devletin karar vermesiyle ve onun gözetiminde yapılabilir. Bu da cihadın maddî türlerinden bir türüdür. Fakat çok yerde ifade ettiğimiz hakikati bir kez daha ifade etmek gerekirse, “cihad” denildiğinde mücahedenin sadece bir yönünü teşkil eden maddî cihadın türlerinden biri olan “sıcak savaş”ın anlaşılması kesinlikle doğru değildir. Çünkü hak ve hakikatin insanlarla buluşturulması adına veya zulüm ve haksızlıkları engelleme adına mücadele ve mücahedenin pek çok değişik şekli vardır. Ayrıca “fîsebilillâh/Allah yolunda Allah için” kaydının da ifade ettiği üzere yapılacak eylem tamamen ve halisen Allah için olmalı; Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ortaya koyduğu kural ve disiplinler gözetilerek hakperestçe yapılmalı; asla cihad kılıfıyla şahıs veya grup menfaati ya da gazabı uğruna hareket edilmemelidir.

Hâsılı, Cenâb-ı Hak, her ne şekliyle olursa olsun burada يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ buyurmak suretiyle umumî mânâda Allah yolunda mücadele etmeyi, İslâm dinine sahip çıkan insanların önemli bir vasfı, liyakatin de önemli bir esası olarak zikretmiştir.

Kınayanın kınamasından korkmama

Âyet-i kerimede son olarak وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَۤائِمٍKınayanın kınamasından korkmazlar.” buyrulmak suretiyle ilâ-i kelimetullah ve ruh-u revan-ı Muhammedî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açması için mücadele eden insanların, başkalarının kınamasından da korkmayacakları ifade ediliyor. Evet, mefkûre yolcuları, hayatı, yaşadıkları dünyadan ibaret gören ve onun keyfini sürmek isteyen insanlar tarafından her zaman kınanabilirler. Mesela onlar, hizmet yolcularına “Bu dünyanın tadını çıkarmak varken ne diye kendinize hayatı zehir ediyorsunuz? Niye ehl-i dalâlet ve ehl-i dünyayı tahrik edip arkanıza takıyorsunuz?” şeklinde güya akıl verebilirler.  Maalesef her dönemde, nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin şehbal açmasından rahatsız olan insanlar olmuştur. Fakat iman ve Kur’ân hizmetine gönül vermiş insanlar vazifelerini yaparken başkalarının haksızca kınamalarına aldırış etmezler, tehditler karşısında korkup geri durmazlar, hak bildikleri yolda önlerine çıkan engellere takılıp kalmadan hep yürürler.

İstihdam Allah’ın fazl u ihsanı

Âyetin sonunda, ذٰلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَۤاءُİşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir.” buyrulmak suretiyle, bütün bu vasıfların çok önemli olduğu ve onları Allah’ın herkese değil, dilediği seçkin kullarına vereceği ifade ediliyor. Yani Allah (celle celâluhû) sırf unvan ve kariyer için doktora yapan, post-doktora yapan, post-der-post-doktora yapan hatta mük’ab doktoralar yapan insanlara değil, gönlünü Allah’a vermiş samimî mü’minlere hizmet etmeyi nasip etmiştir/edecektir. Bakıyorsunuz bir dönemde şarkın yalçın kayaları arasından bir zat çıkıyor, altı ay veya bir sene gibi kısa bir süre medrese eğitimi görüyor ve ardından dini, diyaneti ve Kur’ân’ı anlatma adına insanlığa bir ders veriyor ve düşüncede yeniliğe giden kapıları aralıyor. Ama o, böyle bir misyonu eda ederken, hiçbir zaman iddiada bulunmuyor ve bütün bunları sadece Allah’ın fazl u ihsanına bağlıyor. İşte âyetin sonundaki ذٰلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَۤاءُİşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir.” fezlekesi liyakatin bir başka olmazsa olmaz vasfını ifade ediyor ki, o da; hiçbir zaman iddialı olmamak, hangi büyük vazife eda edilirse edilsin bütün bunları hep Allah’ın fazl u ihsanı olarak bilmektir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Maddî-Manevî Kemâlâtı Yıkan Bir Hastalık: Suizan

Soru: Bediüzzaman Hazretleri dört büyük mânevî hastalığı sayarken yeis, ucub ve gurur ile birlikte suizannı da zikretmiştir. İster aynı daire içinde bulunan isterse farklı meşreplere mensup olan insanların suizandan kurtulmaları ve birbirleri hakkında hüsnüzan beslemeleri adına dikkat etmeleri gereken hususlar nelerdir?

Cevap: Hz. Bediüzzaman, eserlerinin farklı yerlerinde hem İslâm dünyasının hem de insanoğlunun bir kısım hastalıkları üzerinde durmuş ve bunlara dair önemli reçeteler sunmuştur. Mesela o, bir yerde, İslâm dünyasının temel hastalıklarının ihtilaf, cehalet ve fakirlikten ibaret olduğunu ifade eder. Bu problemleri çözeceği ana kadar Müslümanlar asa gibi iki büklüm yaşamaktan kurtulamayacaklardır. Tanzimat yıllarından itibaren hep Avrupa’nın gözünün içine baktıkları gibi, bundan sonra da sürekli büyük devletlerin gözünün içine bakmaya devam edeceklerdir. Dolayısıyla bir türlü vesayetten kurtulamayacak, bağımsızlıklarını kazanamayacak, eli kolu, dili dudağı bağlı bir hayat yaşamaya mahkûm olacaklardır.

Bu üç hastalık daha çok içtimaî ve siyasi alanda öne çıkıyor. Fakat bir yönüyle her şey fertle başladığından ötürü, bunların fert plânındaki akisleri göz ardı edilemez. Zira parçaları günahlardan oluşan bir toplumun sıhhatli olması mümkün değildir. Soruda ifade edilen hastalıklar ise doğrudan insanın şahsî ve mânevî hayatıyla ilgilidir.

Hz. Pir ilk olarak yeis üzerinde duruyor ve diğer üçünün de bir yönüyle yeisten kaynaklandığına dikkat çekiyor. Zira yine onun ifadesine başvuracak olursak yeis, mâni-i her kemâldir. (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 54) Yani o, her türlü hayır ve güzelliğin önünde duran önemli bir engeldir. Bu yüzden şayet bir insanda ümitsizlik varsa onun iflah olması çok zordur. “Zaman ahir zaman oldu. Hiç beyhude uğraşmayın. Ümmet-i Muhammed artık bundan sonra belini doğrultamaz.” şeklindeki ümitsizce düşünceler, insanı, elinden bir şey gelmeyeceğine inandırır. Bu da onun kolunu kanadını kırar, iş yapma azmine büyük darbeler indirir. Böyle düşünen ve bu düşüncelerini dillendiren bir insan hem kendi dünyasını hem de içinde bulunduğu heyetin dünyasını karartıyor, yıkıyor demektir.

Mehmet Âkif’in çok tekrar eden bir nazmını münasebet geldiği için bir kere daha hatırlarsak:

“Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun.
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar.”

İkinci hastalık olarak ucub üzerinde duruluyor. Ucub; nüanslarıyla fahir, gurur ve kibirden ayrılsa da, bunların hepsi aynı katran kaynağından kaynayıp çıkan şeylerdir. Eğer insanın içerisinde böyle uğursuz bir kaynak varsa, ondan bazen ucub, bazen gurur, bazen de kibir kaynar çıkar. Ucbu, iç beğeni sözüyle ifade edebiliriz. Bir insanın içten içe kendini, amellerini, yapmış olduğu işleri beğenmesi demektir. Böyle bir iç beğeni, bazen fahirlenme bazen gurur bazen de kibir şeklinde dışarıya yansır ki bunların her birinin birer şeytan sıfatı olduğunda şüphe yoktur.

Suizandan Çok Sakının!

Bu hastalıklara bir de suizan ilave ediliyor. Suizan, insanlar hakkında kötü zanda bulunma, onlara karşı olumsuz duygu ve düşünceler taşıma demektir. Kur’ân, يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثِيرًا مِنَ الظَّنِّ اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır.” (Hucurât sûresi, 49/12) beyanıyla mü’minlere, suizanda bulunmayı yasaklamıştır. Bu sebeple mü’mine düşen vazife, hüsnüzan mümkün olduğu sürece hüsnüzan etmek, suizanna girmemektir. Hatta çok olumsuz tavrına şahit olunan insanlar hakkında bile yine Hz. Pir’in ölçüsüyle “hüsnüzan, adem-i itimat” prensibini işletmek gerekir. Yani onun hakkında suizanna girmezsiniz; fakat ihtiyatı elden bırakmaz ve sırtınızı da dönmezsiniz.

İsrâ sûresinde yer alan, وَلَا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولَٰئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْئُولًا “Bilmediğin şeyin arkasına takılıp gitme! Çünkü kulak, göz, kalb gibi azaların hepsi sorguya çekilecektir.” (İsrâ sûresi, 17/36) âyet-i kerimesi de suizannın akıbetine dikkat çekmesi açısından son derece önemlidir. Zira suizan, bir kişi hakkında kesin bir bilgiye dayanmayan negatif anlamdaki bir tahmin ve kanaatten ibarettir. Hâlbuki âyet-i kerime, insanı, kesin bilgisi olmayan meseleler üzerinde durmaktan menetmiştir. Dolayısıyla bir insanın, zan ve tahminlerini bilgi gibi görüp onlar üzerinden insanları değerlendirmeye alması, çok ciddi bir sorumluluktur.

Bazen kulağa bir şeyler gelebilir. Mesela âyet-i kerimenin ifadesiyle fasık bir insan yalan bir haber getirebilir. (Bkz.: Hucurât sûresi, 49/6) Mü’min her duyduğuna inanmamalı, âyet-i kerimenin emrine uyup, gelen haberin kaynağını, arka plânını, doğruluğunu iyice araştırmalıdır. Ta ki meselenin önü arkası kendisi için iyice açıklığa kavuşsun. Konuyla ilgili bir hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: كَفَى بالمَرْءِ كَذِبًا أَنْ يُحَدِّثَ بِكُلِّ مَا سَمِعَ “Her duyduğunu söylemesi kişiye günah (bir başka rivayette “yalan”) olarak yeter.” (Ebû Dâvûd, edeb 80)

Bazen de göze bir şeyler ilişir. Fakat bir şeyleri görmek her zaman gördüklerinin künhüne vâkıf olmak anlamına gelmez. Yanlış görmüş olabileceği gibi, gördüklerini doğru anlamlandıramamış da olabilir. Burada da insana düşen, gördüğü her hâdise üzerine hemen hüküm bina etmemesi, önce, gördüklerinin doğruluğundan emin olmaya çalışmasıdır.

Âyet-i kerimede kulak ve gözden sonra da kalb zikrediliyor ve onun da düşüncelerinden, değerlendirmelerinden ötürü sorumlu olacağından bahsediliyor. Evet, sağlam bir delile dayanmayan, kesin bir bilgi blokajı üzerine oturmayan meselelerde kulak da göz de gönül de mesuldür. Allah öbür tarafta bunların her birinden hesap soracak ve onlar da -Allah muhafaza- insan aleyhinde şahitlik yapacaklardır. (Bkz.: Fussilet sûresi, 41/21) Bütün bunlar da göstermektedir ki, insanın zan ve tahminleriyle başkaları hakkında hüküm vermesi ciddi mesuliyet gerektirecek bir tavırdır.

Gruplar Arasında Suizan

Suizan, maddî-mânevî kemâlâta zarar veren bir hastalıktır. Temelde ferdî bir hastalık olmasına karşılık bazen toplumsal bir hastalığa dönüşebilir. Eğer bir kimse başkaları hakkında hep olumsuz düşünüyor, onların davranışlarını olumsuz yorumluyor ve onları küçük görüyorsa bu, ferdî plânda bir suizandır. Şayet belirli gruplar, başka gruplar hakkında negatif düşünüyor ve onların gayretlerini hafife alıyorlarsa bu sefer suizan daha geniş bir tabana yayılmış demektir. Şahsî enaniyet, aidiyet mülâhazasına dayandığı takdirde daha da güçleneceği, heyet enaniyetiyle takviye edildiği takdirde sarsılmaz, yıkılmaz bir hâle geleceği için, çok daha büyük bir tehlike arz edebilir.

Maalesef ferdî suizanların yanında farklı heyet ve grupların birbirlerine karşı suizanları, toplum açısından daha yıkıcı neticeler ortaya çıkarabiliyor. Bakıyorsunuz, A grubu B grubu hakkında suizan besliyor ve onların yaptığı her şeyi eleştiriyor. B grubu da A grubuna hüsnüzanla yaklaşmıyor. Bunların her birisi kendi yaptıkları hizmetlerin İslâm’a daha muvafık ve insanlığa daha faydalı olduğunu düşünüyor ve sadece kendi yaptıklarını beğeniyorlar. Başkalarının ortaya koyduğu nice hayırlı iş ve hizmeti ise farklı kılıflar bularak yerden yere vuruyorlar.

Dikkat etmedikleri takdirde Hizmet gönüllüleri de böyle bir hastalığa yakalanabilir, bir takım grup ve cemaatlere suizanla yaklaşıp onların ortaya koymuş oldukları en hayırlı faaliyetlere bile kötü nazarla bakma hatasına düşebilirler. Oysaki Hz. Pir’in bu konuda ortaya koyduğu ölçü çok nettir: İnsanın, kendi meşrebinin muhabbetiyle yaşaması, başkalarına düşmanlık yapmasını gerektirmez. (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 189) İnsan, yürüdüğü yolu, mesleğini, meşrebini delice sevebilir, sevmelidir de. Fakat bu, başkalarının mezhep ve meşreplerini hafife almayı, tenkit etmeyi ve hele düşmanlıkta bulunmayı gerektirmemelidir. Başkalarını kınamanın, ta’n u teşnide bulunmanın, sövüp saymanın hiçbir dinde, hiçbir mezhepte ibadet olduğuna dair bir şey bilmiyorum. Bir insanın, sırf kendi düşünce yapısına uymadığı gerekçesiyle falana filana sövmesi, kabul edilebilir bir tavır değildir.

Maalesef suizan günümüzün en yaygın hastalıklarından biri hâline geldi. Bazıları, içlerindeki bu hastalığı açığa vurmaktan çekinmezken, bazıları da menfi duygu ve düşüncelerini kapalı kapılar arkasında seslendiriyor.

Allah rızasını tahsilden başka bir niyetleri olmayan adanmışlar da bu tür taarruz ve hücumlara maruz kalabilirler. Başkaları suizanlarından ötürü onların yapmış oldukları onca güzel hizmetleri hiç görmeyebilir veya bunların arkasında farklı niyetler, hedefler arayabilirler. Şayet böyle bir durumda onlar da diğerlerine karşı benzer bir tutum takınırlarsa aynı hatayı irtikap etmiş olurlar.

Yapılan hizmetleri dış görünüşleriyle, kemiyetleriyle değerlendirmek doğru değildir. Mesela siz dünyanın farklı yerlerinde bin tane okul açmışsınızdır. Eğer beş okulla insanlığa faydalı olmaya çalışan insanlara, “Binin yanında beşin ne kıymeti olur!” derseniz, günaha girmiş olursunuz. Bilemezsiniz, belki de onlar yaptıkları işlerini daha ihlâslı yapıyorlardır. Bir zerre ihlâslı amel ise batmanlarla halis olmayana üstün gelir.

Bu açıdan, yapılan hiçbir hizmet küçük görülmemeli, hafife alınmamalı. Allah yolunda, insanlığa hizmet uğruna koşturan herkes hakkında hüsnüzan edilmeli. Kalbde suizan oluşmaması için sürekli mücadele etmeli ve içteki negatif duyguların önüne bariyerler koymalı ve herkes sürekli kendisini hüsnüzanna zorlamalı. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hüsnüzannın en güzel ibadetlerden biri olduğunu haber vermiştir. (Ebû Dâvûd, edeb 88)

En Büyük Cihat

Siz, başkaları hakkında olumlu düşündüğünüz zaman sevap kazanıyorsunuz. Neden? Çünkü bu durumda içinizdeki şeytanî, nefsanî, cismanî ve hayvanî dürtülerin başkalarının hâl ve tavırlarıyla ilgili sizi yanlış yönlendirmesine müsaade etmiyor, bunlara karşı sürekli mücadele ediyorsunuz. İradenin hakkını vermek suretiyle içinizdeki negatif duyguları baskı altına alıyor ve başkalarının kusurlarına göz yumuyorsunuz. Yani kendi içinizde bir kavga veriyorsunuz, bir manada cihat ediyorsunuz. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), düşmanla yaka paça olmaya küçük cihat derken insanın kendini düzene koyma adına kendi içi âleminde ortaya koyduğu mücadeleye ise büyük cihat demiştir. Çünkü düşmanla yapılan cihat sürelidir. İnsanın nefsine, heva ve heveslerine, olumsuz duygularına karşı yaptığı cihat ise süreklidir. İnsan belki günde yüz defa içindeki bu tür kötü duygularla mücadele etmek zorunda kalır. Yani o, aslında sürekli bir savaş hâlindedir.

İşte içte verilmesi gereken böyle bir savaşta düşmanlarımızdan birisi de suizan duygusudur. Suizannı tetikleyen dünya kadar faktör, enstrüman vardır. İnsanın muhatap olduğu bir kısım kötü muameleler, gördüğü bazı yanlışlar, maruz kaldığı sıkıntı ve eziyetler, bütün bu fiillerin sahiplerine karşı onda bu duyguyu tetikleyecektir. Harekete geçtiği anda insana düşen onu bastırmaktır. Onun üzerine ağır kayalar koymakla mı, üzerinde zıplamakla mı, mânevî bir kısım enzimlerle onu hazmetmekle mi… nasıl yapacaksa yapmalı ve bir yolunu bulup onun ortaya çıkmasına fırsat vermemelidir.

İnsanın suizandan kurtulması bir yönüyle kendini sıfırlamasına bağlıdır. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir dualarında şöyle demiştir: اَللّهُمَّ اجْعَلْنِي فِي عَيْنَيَّ صَغِيرًا وَفِي أَعْيُنِ النَّاسِ كَبِيرًا “Allah’ım, beni benim gözümde küçük göster! (Misyonum itibarıyla) insanların nazarında ise büyük göster.” (el-Bezzâr, el-Müsned 10/315; ed-Deylemî, el-Müsned 1/473) Biz, O’nun bu sözlerini rehberliğinin bir gereği sayarız. Zira O, kendini ne kadar küçük görürse görsün, büyüktür. Siz de, “Allah’ım beni bana küçük göster! İhlâsımda, rıza talebimde, hizmetimde, cehdimde ise çalımlı kıl!” diyebilirsiniz.

Günde elli defa kendimizi sıfırlayabilirsek başkalarının kusurlarıyla uğraşmaz, onlar hakkında suizanlara girmeyiz. Eğer bir kıymet-i harbiyemiz varsa, onu da başkaları söyler. Bununla ilgili bir beklentiye girmek, ayrı bir hastalıktır! Eğer başkalarının bir kısım olumsuz tavırları karşısında hemen kendi olumsuzluklarımızı düşünürsek, atf-ı cürümlerden ve suizanlardan kurtulmuş oluruz. İnsan şayet kendi kusurlarına bakmaz, onların tespitiyle meşgul olmazsa ömür boyu etrafta kusurlu arar da hiçbir zaman asıl suçluyu bulamaz.

Mahiyet-i eşya ve ehl-i sünnet

Ehl-i sünnet, kâinattaki bütün varlıkları iktiran ile doğrudan Allah’a bağlamasını bilmiştir. Aslında mahiyet-i eşyanın Rabb’le olan münasebetini, bunların mahiyetini, hangi isim ve sıfatların tecellîleri olduğunu bizlere peygamberler bildirmiştir. Ehl-i sünnetin yaptığı, bu hakikatleri formüle ederek bizim idrak ufkumuz seviyesinde ifade etmekten ibaret.

Mahzun kalblerin ağlaması

Fethullah Gülen: Mahzun kalblerin ağlaması

“Bazen mahzun bir kalbin ağlamasıyla Allah bütün bir âleme merhamet buyurur.” deniliyor. Bugün itibarıyla vicdanlarımızda yeteri kadar ızdırap duyamıyor ve dertlenemiyoruz. Bunun sebepleri nelerdir?

Makam Sevdası ve İltifat Tiryakileri

Soru: Risaleler’de şeytanın en büyük altı hücumundan biri olarak zikredilen "hubb-u câh" ifadesi hangi hususları ihtiva etmektedir? Günümüzün insanları için de büyük bir tehlike olan bu şeytanî tuzağa karşı nelere dikkat edilmelidir?

Nur Müellifi, "Hücumât-ı Sitte" adıyla meşhur risalesinde şeytanların en tehlikeli altı tuzağını nazara vermiş; "hubb-u cah, korku, ‎ tama’, ırkçılık, enaniyet ve tenperverlik" olarak sıraladığı bu şeytanî hücumlara karşı müdafaa yollarını göstermiştir. ‎

Kalp Hayatının Virüsleri

Aslında, kötü ahlakın bir şubesi olarak kabul edilen haset, riya, kibir, ucub ve yeis gibi her türlü fenalık ve çirkin huy kalbî hayat için çok tehlikelidir ve bunların hepsi insan bünyesinde hastalığa sebep olan virüslere benzer birer virüstür. Virüslerin bir kısmı öldürücü olduğu gibi, manevî hayatı felce uğratan bu kötü hasletlerin bazıları da kalb ve ruhu öldürebilir. Bunların bir kısmı küfre çok yakındır; adeta onunla sınır komşusudur. İnsan onlardan birini işleyince küfrün hududuna kadar yaklaşmış ve onun tesir edici alanına girmiş olur.

Öyle bir noktada bulunan kimseye imana âit bazı güzellikler renksiz ve tatsız gelmeye başlar; küfre ait bazı çirkinlikler ise, –Allah korusun– çok televvünlü ve cazibedâr görünür. Dahası, bu öldürücü virüsler arasında öyle hayret verici bir haber ağı vardır ki, biri bünyeye girip vücudun mukavemetini kırınca, hemen diğer virüslere sinyal gönderir. Birbiriyle çok irtibatlı ve biri diğeri hesabına işleyen bu virüsler bir fâsit daire teşekkül ettirmek suretiyle içine girdikleri bünyeyi zamanla yer bitirirler. Böylece insan anbean mahiyetindeki yücelik ve nezahetten biraz daha uzaklaşıp bütün bütün olumsuzluğa ve bayağılığa açılır; yeryüzüne müsbetin temsilcisi olarak gönderilmiş olmasına rağmen, bir olumsuzluk unsuru haline gelir; Hâbil olabilecekken, hiç farkına varmadan Kâbil oluverir.

Ayrıca, maddî virüsler için sürekli bir değişim ve yenilik söz konusu olduğu gibi, manevî hastalıklara sebep olan virüsler de çağa göre değişiklik arz edebilir. Bildiğiniz gibi, doktorlar bazı hastalıklar için her sene biraz daha farklı bir aşı geliştirmek zorundadırlar. Çünkü, önceden tesbit edilen virüsleri vücudun tanımasını sağlayan ve o virüslere karşı bünyeyi uyaran bir aşı, bu sene faydalı osa bile, bir sonraki sene, aynı hastalığa yol açan ama gen yapısında değişiklik meydana geldiğinden dolayı farklı bir şekle bürünen virüse karşı tesirsiz kalmaktadır. Mesela, bu senenin grip aşısı gelecek sene -çok defa- işe yaramamaktadır; çünkü, gribe neden olan virüsün gen yapısı o sene içerisinde değişmekte ve her sene yeni bir şekle girmektedir. Aynen öyle de, manevî virüslerin yapısı ve az ya da çok zarar verme açısından sıralaması da zamana, mekana ve şartlara göre değişebilmektedir.

Bu itibarla, Hazreti Üstad, söz konusu eserinde kendi döneminin en büyük virüslerine dikkat çekmekte ve onlara karşı çağına uygun aşılar tarif etmektedir. Bugün belki başka hastalıklardan ve şeytanın bu asra özel tuzaklarından da bahsetmek mümkündür. Fakat, onun nazara verdiği manevî hastalıkların günümüzde de tesirlerini sürdürdüğü ve hatta bazı kimseleri tam bir felakete sürüklediği de şüphesiz bir gerçektir.

Hubb-u Câh

İşte, bugün de çok tehlikeli olan şeytanî tuzaklardan biri "hubb-u câh"tır. Hubb; sevgi, bağlılık, tutku demektir; câh ise, makam, mansıb, pâye, şöhret ve itibar manalarına gelmektedir. Dolayısıyla, "hubb-u câh"; makam sevgisi, pâye tutkusu, şöhret düşkünlüğü, rütbe hırsı ve itibar arzusu gibi manaları çağrıştıran bir terkip olarak dilimize girmiştir ve yaygınca kullanılmaktadır. Bediüzzaman hazretleri, kendini beğenme, övünmeyi sevme, insanlara görünme, methedilmeyi bekleme ve halk nazarında saygın bir kişi olmayı isteme gibi desiseleri de hubb-u câhın tarifine dahil etmiş ve insanın en zayıf damarı olarak onu göstermiştir.

Evet, hubb-u câh çok tehlikelidir; öyle ki, bazı zayıf karakterli kimseler ondan dolayı pek çok hileye başvurur, haksızlıklar irtikap eder ve zulme girerler. Önce makam-mansıp sahibi olmak sonra da yerlerini ve itibarlarını korumak için olmadık sebeplere tutunur, bir sürü cürümlere bulaşır ve pek çok günah işlerler. Bundan dolayıdır ki, Allah Rasûlü bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyurmuştur: "Şöhret ve makam sevgisinin insana verdiği zarar, koyun sürüsüne saldıran bir kurdun o sürüye verdiği zarardan daha çoktur!"

Özellikle de dünya hayatını her şey sanan kimselerde, yükselme merakı, makam arzusu ve teveccüh tutkusu had safhadadır. Bazıları, siyasî, adlî, mülkî ya da askerî bir makamı elde edebilmek için can atarlar. İnsanlara çok parlak görünen bir kısım pâyelere ulaşmak ve halkın teveccühünü kazanmak için çırpınır dururlar. Bunların çoğu kalblerini itminana erdireceğini zannettikleri bir makama yükselmek için üst üste tavizler verirler. Şayet, o arzularına nâil olurlarsa bu defa da bir yandan diğer beklentilerini gerçekleştirmek, diğer taraftan da o makamı korumak maksadıyla yeni tavizleri normal karşılarlar.

Nice insanlar vardır ki, gayet ciddî, pek doğru ve çok hâlisâne mülahazalarla yola çıkmışlardır; fakat, Allah’la münasebetleri ve dava düşünceleri, dünyanın göz alıcı güzellikleri karşısında başlarının dönmesini engelleyebilecek kadar kuvvetli olmayınca, bir süre sonra dökülüp yolda kalmışlardır. Mesela, samimi bir niyetle ve millete hizmet etmeye matuf iyi düşüncelerle idareye tâlip olmuşlardır. Heyhat ki, yeterli bir donanıma sahip olmadıklarından ve Allah’la münesebetlerini kavî tutmadıklarından dolayı, her gün biraz daha asıl gayelerinden uzaklaşmış ve vasıtaları gaye yerine koymuşlardır.

Makam Bağımlılığı, Şöhret Tutkusu

Öyle ki, hubb-u câhı bir kere tadınca, artık onun tiryakisi olmuş ve ne pahasına olursa olsun onsuz bir hayat düşünemez hale gelmişlerdir. Her şey kabul ettikleri bir mevkiye yükselebilmek için, bir-iki taviz vermekle başladıkları yolun her durağında başka yeni bir tavizle daha karşı karşıya kalmışlardır. Nasıl ki, bazı uyuşturucuları bir defa almak, hatta azıcık tatmak bazı kimseleri bağımlı yapmaktadır; bir kısım uyuşturucular da bir kere de olmasa bile ikinci ya da üçüncü defadan sonra kurbanları tarafından zaruri bir ihtiyaç gibi algılanmaktadır; aynen öyle de, kimi insanlar için belli bir makamı ihraz edip o makamda kalmak bir tiryakiliktir. Daha ileriye gitmek ayrı bir tiryakilik, ondan da üstteki bir rütbeye sıçramak daha dehşetli bir tiryakiliktir. Makam, pâye ve rütbe bağımlısı olan kimselerin, orada uzun zaman kalabilmek ve oradan da başka bir basamağa atlamak için verdikleri tavizler, uyuşturucu bağımlılarının o zehri bulabilmek maksadıyla yaptıkları maskaralıklardan daha aşağı değildir.

Çünkü, makam ve mansıp bağımlısı olan bir insan, aynı zamanda bir teveccüh tiryakisidir; o her yerde takdir edilmeyi bekler, alkışlanmayı ister, beğenilmeyi ve methedilmeyi diler.. evet o, makamla beraber şöhretin, teveccühün, takdirin ve alkışın da bağımlısıdır. Hatta, -ezkaza- bir gün şeytanlara konferans verme ile karşı karşıya kalsa, şeytanlardan bile takdir bekler, onların da alkışlarını almak ister. Oysa ki, insaniyet onur ve haysiyetini yitirmemiş birinin "Aman ya Rabbi, ben hangi cürmü işledim ki İblis’in avenesine onların gönüllerince bir konferans verme derekesine sukut ettim? Nasıl bir günah işledim ki şeytanların takdir ettiği bir insan haline geldim?" deyip nefsini sorgulaması gerekir. Kendi kendine "Allah, Allah! Acaba bende bir bit yeniği mi var ki bunlar beni takdir ediyorlar?!" demesi icap eder. Vakıa, bir kısım hakperestler kendileri gibi düşünmeyen insanları da takdir edebilirler; fakat, şerde birleşmiş bir topluluğun umum hüsn-ü kabulünde mutlaka bir bit yeniği vardır.. ve şayet böyle bir takdire maruz kalan –betahsis mazhar olan demedim– kimse "Rabbim, şeytanlar tarafından alkışlanmaktan, onlara alet ve maskara olmaktan Sana sığınırım!" deyip istiğfar etmiyorsa, o işte bir bit yeniği olmakla beraber o insanın kalbinde de bir akrep ısırığı var demektir. Öyledir ama gelin görün ki, bazıları hubb-u câha işte o denli müptelâdır ve alkışlayan şeytan bile olsa onlar için makbuldür.

Gâye ve Vesile

Tabii ki, bir makama ulaşmayı ve bir pâyeyi elde etmeyi isteyen her insanı aynı kategoride değerlendirmek yanlış olur. Bazı insanlar nisbî pâyelerin geçici olduğunu bilir, elde imkan varken onları Hak yolunda değerlendirir, bulundukları makamları daha anlamlı hale getirir ve taşıdıkları unvanlara yepyeni bir ruh verirler; kendi zatî değerleri sayesinde makamlarının kıymetini de yükseltirler. Bazıları da vardır ki, pâye ve mansıpların gölgesinde bir kısım arzularını gerçekleştirmeye uğraşır; dolayısıyla, üzerlerinde çok bol bir elbise gibi duran o makamı dolduramadıklarından oldukça gülünç durumlara düşerler; beklentilerinin ve kendilerinden beklenenlerin altında kalır ve ezilirler. İkincilerin durumu hubb-u câh virüsüne yenik düşmüş kimseler için örnek teşkil etse de, birincilerin duygu ve düşüncelerini makam sevdası, şöhret tutkusu ya da kıdem arzusu şeklinde değerlendirmek haksızlık olur.

Evet, vatan ve millet aşığı bir insan da belli bir makama sahip olmayı isteyebilir. Fakat onun bu isteği vazife şuuruna, ülküye ve ülkeye hizmet düşüncesine bağlıdır. O, söz konusu makamın tiryakisi değildir; onu kalıcı olarak da görmüyordur. O makam böyle bir insanın nazarında sadece bir vesiledir; kendi ülkesine ve ülküsüne hizmet etme gayesine yardımcı bir vasıtadır. Bu düşüncedeki bir dava adamı, o makamı gaye kabul etmediği için ona ulaşmak ya da bulunduğu konumu korumak maksadıyla tavizler vermek durumunda da kalmaz. Onu en başta rıza-yı ilahî adına, sonra da millete hizmet hesabına bir basamak sayar; "Allah bana imkan verirse, ben de Rabbimin rızası için milletim, şanlı tarihim, ülküm ve ülkem hesabına bazı hizmetlerde bulunurum; şayet öyle bir konum nasip olmazsa, o zaman da şimdiki imkanlarımla rıza-yı ilahîyi tahsile çalışırım." der; ilahi takdire teslim olur ve hep inşirah içinde o anki konumunun hakkını vermeye koyulur. Eğer on kişiden sorumlu olarak bir vazife eda ediyorsa, o on kişiyle yirmi kişilik işler yapmaya çalışır; bu suretle, o konuma saygısını ve Allah’ın onun hakkındaki takdirine karşı memnuniyetini ortaya koyar.

Şahsı adına bu kadar müstağni ama aynı zamanda hizmet delisi bir insan, nerede ve hangi mevkide olursa olsun çok rahattır; kadr u kıymeti bilinmiş bilinmemiş, ufkuna göre bir vazife kendisine tevdi edilmiş edilmemiş, şanına yaraşır bir makama getirilmiş ya da getirilmemiş... onun için bunların hepsi müsâvîdir. Çünkü, o her şeyin ve herkesin ötesinde bir hikmet eli müşahede etmektedir. Her hadise karşısında,

"Gelir bir bir, gider bir bir, kalır bir.
Gelen gider, giden gelmez, bu bir sır.
Gelirse gelir bir kıl ile eyleme tedbir.
Giderse gider eğlemez bir koca zincir!"

duygularıyla dolar, Cenâb-ı Hakk’a tevekkül eder, ilahî rahmet ve inayete sığınır. Onu yer yer tasalandıran ve zaman zaman hüzne boğan tek husus vardır; o da o an bulunduğu konumun hakkını verememe endişesidir.

Bir Garip Tiryakilik

Aslında, tanınma, bilinme, meşhur olma ve parmakla gösterilme isteği hakiki mü’minlerin değer ölçüleri açısından çok kıymetsizdir ve basit kimselerin şiarı olan pestpaye bir duygudur. Ne var ki, hubb-u câh, iman ve Kur’an hizmetinde koşturan kimseler için de her zaman teyakkuzda olunması gereken bir felaket sebebidir. Zira, hubb-u câh resmî olabileceği gibi, gayr-i resmî de olabilir; devlet dairelerinden herhangi biriyle ilgili bir makam sevgisi şeklinde insanın gönlüne düşebileceği gibi, bazen kendini herkese beğendirme, başkaları tarafından övülme, hep önde görünme ve aranan, ihtiyaç duyulan bir insan olma isteği şeklinde de tezahür edebilir.

Evet, imana ve Kur’ana hizmet eden insanlardan bazıları da hubb-u câh hastalığına tutulabilirler. Tutulur ve bulundukları her yerde kendilerini ifade etme, toplum içinde farklı ve ayırt edilir bir insan görünme, bazen sözle, bazen yazıyla, kimi zaman sesle, kimi zaman da edayla halkın teveccühünü toplama düşüncesiye değişik tavır ve davranışlar sergileyebilirler. Mesela, zahiren tesirli konuşan ve görünüşte güzel şeyler yazan bir insan herkesin parmakla gösterdiği biri haline gelir. Herkes tarafından parmakla gösterilmek de bir çeşit pâyedir. Şayet, bu insan hubb-u câha müptelâ ise, artık hayatını o şan ü şöhrete göre programlamaya başlar. Ondan sonra her fırsatta o istikamette daha başka takdir ve teveccühler koparmaya çalışır.

Hatta, o kadar teveccüh ve nazar tiryakisi olur ki, her konuştuğunda karşısında ağlayıp inleyen, heyecandan bayılan kimseler bir gün aynı hali sergilemeyecek olsalar onlara karşı ciddi öfke izhar eder. Halka hitap ettiği her yerde, alkış primi alıyor, takdir görüyor ve parsa toplar gibi "Aman ne güzel söyledin!" iltifatları topluyorsa, bu atmosfere öyle tutulur ki, artık o insan bir uyuşturucu bağımlısı misali takdir ve alkış bağımlısı haline gelir. Şayet, bir gün falso yapsa, bir kabz hali yaşasa, anlatmak istediği hususları gönlünce dile getiremese ve her zamanki teveccühleri bulamasa –Allah korusun– her şeye ve herkese gönül koyar. Önce, "Bu insanlar neden bu kadar kalbsizdi bugün; neden beni heyecanlandıracak ve coşturacak bir tavra bürünmediler, neden bakışlarını gözlerimin içine teksif etmediler?" der, muhataplarına darılır ve genel atmosferi sorgular. Daha sonra, "Ya her zaman bu meclise sekine taşıyan melekler neredeydiler? Bugün neden beni teyid etmediler?" düşünceleriyle dolar ve meleklere küser. Hatta haddini bütün bütün aşarak, meseleyi daha da ileri götürme tali’sizliğine de düşer ve "Neden her zamanki gibi ilham göndermedi?" türünden çirkin mülahazalarla içten içe Allah’a da küser. Emin olun, pâye tutkunu, şöhret düşkünü ve hubb-u câh müptelâsı böyle bir insanın tahayyül ve tasavvurlarına muttali olsanız, kalbinin ve zihninin bu denli kötü duygularla ve bu kadar kirli mülahazalarla dolu olduğunu görürsünüz.

Oysa, insan her zaman aynı ölçüde selis ve beliğ konuşamayabilir; her defasında maksadını akıcı, noksansız ve güzel anlatmaya muktedir olamayabilir. Bazen manevî feyzler birden kesilmiş gibi olur, adeta dile kilit vurulur ve insanın bütün melekeleri tutulur. Bu durumda, insan irâdesinin nisbî bir tesirinden söz etmek mümkün olsa da, aslında o hal tamamen Allah’ın elindedir. Semâlardan insanın kalbine kadar her şeyi dilediği zaman evirip-çeviren O olduğu gibi, Peygamber Efendimiz’in ifadesiyle, "Kalb de, Hazret-i Rahmân’ın parmakları arasındadır; Cenâb-ı Hak hâlden hâle çevirir ve ona istediği şekli verir." Allah Teâlâ, dilediği zaman insanın kalbini öyle sıkar, öyle ihtiyaçlara boğar ki, artık O’ndan gayri kimse ona inşirah veremez. Haddizatında, işte o hal de Hazret-i Rahman’ın bir rahmet tecellisidir. Yüce Yaratıcı bir manada kuluna, "Gördün mü ya, konuşma kabiliyetini bile aldım elinden; dilersem görme, işitme ve düşünme melekelerini de alırım; sağır, kör ve dilsiz gibi kalıverirsin bir anda!" der; onu Kendine döndürür ve "Rabbim! Beni Sensiz etme; Seni söylemeyen dilden, Senin eserlerini görmeyen gözden ve Senin zâkirlerini işitmeyen kulaktan Sana sığınırım!" niyazıyla yönelmesi gereken kapıya yönlendirir. Bu itibarla da, öyle bir tutukluk yaşayan insan onu bile Rabb’in teveccühü bilmeli; konuşması sırasındaki anlık gafletlere karşı dahi tavır almalı, gönül gözünü bir kere daha verâlara tevcîh etmeli ve istiğfarla o hali savmaya bakmalıdır. Ne var ki, makam sevdasına dûçar olmuş ve alkış peyleme peşine düşmüş kimselerin bunları düşünmeleri ve uygulamaları da zorlardan zordur.

"Ben Düşmem" Deme!..

Evet, hubb-u câh herkesin yakalanması muhtemel olan öldürücü bir hastalıktır. Bu hastalığa yakalanmama hususunda hiç kimsenin teminatı yoktur. Bu sebeple insan, her gün kalbini defaatle cilalamalı; iç dünyasını, tıpkı bir kandili lebrîz ediyor gibi, tekrar ber tekrar parlatmalı ve gönül kıblesinin nereyi gösterdiğini sürekli kontrol etmelidir. Yoksa –hafizanallah– "Ben doğru inanıyorum, Allah yolundayım, istikamet üzere yürüyorum; bundan sonra aldanmak benim için söz konusu değildir." şeklinde düşünen biri bütün bütün kaybetmeyle karşı karşıyadır. Bir insanın, kendini bu derece güvende hissetmesi ve aldanmanın onun için mevzubahis olmadığını düşünmesi, zaten aldanmış olduğunun delilidir; bir gün mutlaka onun sırtı da yere gelecektir ama o zaman meselenin hakikatini anlasa bile iş işten geçmiş olacaktır.

Nitekim, "nice servi revân canlar, nice gülyüzlü sultanlar, nice Hüsrev gibi hanlar ve nice tâcdarlar" hubb-u câh denen o kandan irinden deryada boğulup gitmişlerdir de, o gayyaya nasıl düştüklerinin farkına bile varamamışlardır. Öyle ki, İslam ulemasının üzerinde hassasiyetle durduğu ve Risaleler’de de ele alındığı üzere, bir süre seyr ü sülûk-i ruhanîde yol alıp Hızır aleyhisselamın ya da Kutb-u a’zam’ın gölgesini bir an da olsa üzerinde hisseden kimselerden bazıları kendilerini o ulvi kâmetler yerine koymuş, hubb-u câh tuzağına düşerek enaniyete mağlup olmuş; şükrü bırakıp fahre girmiş, fahirden gurur çukuruna sukut etmiş ve nihayet ya divane olmuş ya da hak yoldan sapmışlardır.

Bu itibarla da, insan teveccühler karşısında eğilmemeli ve kulluk düşüncesinden asla taviz vermemelidir. Belki halkın takdir ve hüsn-ü kabulü karşısında şöyle demelidir: "Allahım, bu insanların onca teveccühüne ben lâyık ve ehil değilim. Onlar, hakkımda hüsn-ü zan edip yanılıyorlar, bir içtihad hatası içindeler; onları bu hatalarından dolayı affet, beni de hubb-u câha düşme gibi bir kaymadan muhafaza buyur." Evet, mü’mince duruş, tavır ve davranış böyle düşünüp, böyle söylemeyi gerektirir; işin mü’mincesi budur. Başka mülahazaların kâfirce olduğunu söylemeyeceğim ama mü’mince olmadıkları da muhakkaktır. Muhakkaktır; zira, hubb-u câh, ihlâsı kıran ve riyaya yol açan pek çok sebepten biridir. Riya ise, "şirk-i hafî"dir ve küfürle hemhudut olan bir günahtır. Makam sevgisi ve itibar tutkusu, şöhretperestliğe sebep olur; insanı halkın nazarlarını çekmeye zorlar ve böylece onu riyaya, süma’ya sevk eder; görsünler, desinler, bilsinler... duygusuyla hareket etmeye sürükler.

Gönüllerin Fatihi O’dur!..

İşte, böyle riyakârca ortaya konan tavır ve davranışlar, mü’mince değildir; değildir çünkü, insanların teveccühünü kazanma niyetiyle yapılan bir işte bir bölüştürme söz konusudur; sadece Allâh için yapılması gereken o işe başkalarını da ortak koşma bahis mevzuudur. Oysa, Cenâb-ı Hak, daha Kur’an’ın başında "Elhamdü lillahi rabbi’l-alemîn" buyurarak, çok önemli bir hususa dikkatlerimizi çekmiştir. "Lillah" ifadesinde yer alan "lam" harfi, ihtisas ve istihkak bildirir; yani, bütün hamd ü senaların, her çeşit şükür ve minnet duygularının Allah’a mahsus ve Allah’ın hakkı olduğunu belirtir. Her şekliyle hamd ü sena O’nun hakkı olduğu gibi, teveccüh de yalnızca Cenâb-ı Hakk’a aittir, O’na mahsustur, sadece O’nun hakkıdır. Dolayısıyla, bir mü’min için, her amelde Cenâb-ı Hakk’ın teveccühü ve rıza-yı ilahî esas olmalıdır. Şayet, bir kimse, bu esası görmezlikten gelir de halktan teveccüh beklentisine girerse, o zaman Allah’ın hakkını insanlara ve kendi nefsine taksim etmiş olur. Ameline şürekânın nazarını da bulaştırmış sayılır ve farkında olmadan şirk-i hafiye yuvarlanır.

Bu itibarla, muvahhid mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüne başka ortaklar koşmaz ve O’nun rızasını her türlü mükafatın üstünde tutar. O, sadece Allah’ın teveccühünü ve rızasını tahsile çalışır; insanların teveccühüne ve istihsânına zerre kadar kıymet vermez. Halkın nazarını ve kabulünü, ancak Cenâb-ı Hakk’ın kabulünün ve teveccühünün bir yansıması ve gölgesi ise makbul sayar. Fakat, teveccüh-ü nâsın bir istidraç olabileceğini de hiç hatırdan çıkarmaz ve bu konuda da hep temkinli davranır. Halk tarafından alkışlanmayı ve onların takdirini almayı esas maksat yapmaz. O, Hazret-i Rahman’a hasr-ı nazar eder; teveccühünü bütünüyle asıl hak sahibi Rabb-i Rahim’e yönlendirir ve sadece O’nun hoşnutluğunu kazanmaya çalışır. Bilir ve inanır ki, Cenâb-ı Hak isterse ve hikmeti öyle gerektirirse onu halka da sevdirir, hakkında hüsn-ü kabul ve sevgi vaz’ eder.

Evet, gönül kapılarının açılması Allah Teâlâ’nın meşietine bağlıdır; o dilemeyince hiç kimse insanların nazarını celb edemez, kendini onlara sevdiremez. Gördüğünüz gibi, bazıları insanlar nezdinde inanılan, güvenilen ve sevilen kimseler olabilmek için ölüp ölüp diriliyor, her fırsatı o istikamette değerlendirmeye çalışıyorlar. Güç-kuvvet ellerinde, dayatma ve sindirme imkanlarının hepsine sahipler; beyin yıkama mekanizması da diyebileceğimiz medya onların emrine amâde... Fakat, onca imkana rağmen, bir türlü kendi toplumlarının ve umum insanların sevgisine ve kabulüne mazhar olamıyorlar. Şeytanı bile hayrette bırakan çok büyük kötülüklerini saklıyor; ama –bağışlayın– şov türünden şeylere girerek ve en ufak iyiliklerinin günlerce reklamını yaparak dikkatları kendi üzerlerine çekmeye çalışıyorlar. Değişik illüzyonlarla minnacık bir akıntıyı şelale gibi göstermeye gayret ediyor ve halkın teveccühünü kazanmak için her yola başvuruyorlar. Ne var ki, gönül kapılarını bir türlü açamıyor, milletin takdirini asla kazanamıyor ve istedikleri teveccühe mazhar olamıyorlar; hatta maksatlarının tam aksiyle tokat yiyorlar. Beri tarafta ise, güç ve kaba kuvvet temsilcilerinin karınca kadar bile görmedikleri insanlar, hiç öyle bir beklentileri olmadığı halde halkın teveccühünü ve hüsn-ü kabulünü tahsil ediyorlar. Onlar, sadece teveccüh-ü ilâhî peşinde koşuyorlar, Cenâb-ı Hak da onlara teveccüh-ü nâsı da yâr ediyor.

Bu meselede değinilmesi gereken bir husus da şudur ki; halkın teveccühü, ilahi teveccühün bir gölgesi olması itibarıyla makbul kabul edilse bile, kanaatimce, biz öyle bir mülahazaya bağlı kalmak şartıyla da olsa teveccüh-ü nâsa kıymet vermemeli; böyle masumâne görünen bir düşüncenin dahi Allah’a teveccühümüze ve O’nun bize teveccühüne gölge yapabileceğinden korkmalıyız. Korkmalı ve Enbiyâ-ı izâm’ın hulusuna tâlip olmalıyız. Cenâb-ı Hak, her peygamberi peygamberliğe has bir donanım ve mahiyette yaratmıştır; canlarımız onlara kurban, biz onların hiçbirinin kıtmiri olamayız. Fakat, peygamberlik isteme başkadır; peygamberlerin vasıflarıyla muttasıf olmayı dileme daha başkadır. Artık hiç kimse için peygamberlik söz konusu değildir ama her mü’min, peygamberlerle temsil edilen güzel ahlaka sahip olmayı gönülden istemelidir. İşte, bu teveccüh-ü nâs konusunda da bize yakışan tavır, peygamberâne bir ihlas talebidir.

Evet, bu mevzûda, Allah Rasûlü’nün şu beyanı ne kadar mânidardır: "Öyle peygamberler gördüm ki arkalarında tek bir ümmet dahi yoktu." Bir peygamber düşünün ki, bir ömür boyu çalışıp didiniyor da, kendisini anlayacak tek aşina sîmâ bulamadan vefat ediyor. Senelerce tebliğ ve temsil vazifesinde bulunduğu ve hem de muhataplarına Allah’ın elçisine yaraşır bir edayla hitap ettiği halde, sözünü dinleyen çıkmıyor, üç-beş kişi bile onu takip etmiyor. Fakat, o ne sabır, nasıl bir ihlas ve ne büyük bir vazife şuurudur ki, insanların teveccühünü kazanamamış olmadan dolayı ye’se düşmüyor, tavır değişikliğine girmiyor ve vazifeden el çekmiyor. Ötelere giderken zahiren yalnız ve kimsesiz olarak yürüyor ve görünüşte eli boş gidiyor; ama aslında Cenâb-ı Hakk’ı kazanmış ve O’nun rızasına ulaşmış olarak Cennete uçuyor.

Bu açıdan, yapılan hizmetleri ve salih amelleri insanların teveccühüne göre değerlendirmemeli. Unutmamalı ki, -Üstad’ın ifadesiyle- Cenâb-ı Hakk’ın rızası ihlâs ile kazanılır, kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değil. Dahası, teveccüh-ü nâs ve şöhret, insana kabir kapısına kadar arkadaşlık etse de, kabir ve sonrasında başa bela olabilir; dolayısıyla onu arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak gerektir. Ayrıca, inanan insanlar, kendilerinden önce yaşayıp gitmiş olan makam-mansıp sahiplerinin akıbetlerini düşünmeli ve dünyalık bakımından en debdebeli bir hayat süren kimselerin bile sonunda mezar denen iki metrelik makamla yetinmek zorunda kaldıklarını hatırdan dûr etmemelidirler. Etmemeli ve henüz vakit varken hubb-u câhtan kurtulup ihlas tiryâkisi olmanın, rıza-yı ilahiye bağlanmanın ve maddî-manevî füyuzât hislerinden fedakarlıkta bulunarak Allah’a ulaşmanın peşine düşmelidirler.

Mârifet, Muhabbet ve Medyuniyet

Soru: İman esasları vasıtasıyla mazhar olduğumuz lütuf ve güzellikler karşısında medyuniyet duyguları içinde olmamız gerektiğini aklen kabul ediyoruz. Fakat bu medyuniyeti bütün derinliğiyle gönlümüzde duyduğumuzu ve bu konuda gerekenleri yaptığımızı söyleyemeyiz. İmanla gelen lütuf ve güzellikler karşısında medyuniyet hisleriyle dopdolu olma ve elden geldiğince buna mukabelede bulunma adına neler yapılabilir?

Mebde'de Yenilik, Münteha'da Derinlik

Hemen her hareket, her cereyan mebde’de saflığı ve duruluğuyla, münteha’da da kemmî derinlikleriyle tarih boyunca tekerrür edegelmiştir. Sahabi saflığı ve duruluğu bu çizgide gösterilebilecek en iyi misaldir. İslâm tarihinin ilerleyen dönemlerinde hemen her alanda tecdid hareketleri olmuştur; ama ne devlet yapısı ne mektep medrese sistemi ne de değişik düşünce ekolleri bakımından İslâm’ın o ilk dönemine ait saffet ve duruluk yakalanamamıştır. Belki gönül hayatının yoğun olarak yaşandığı tekke ve zaviyelerde kısmen bu saffet duyulmuş olabilir.

Meçhul Kahramanlar

Soru: Hayatını insanlığın dünya ve ahiret saadetine adayan fedakârlar, gittikleri ülkelerde çok seviliyor ve takdir ediliyorlar. Hatta, onları görüp tanıyanlar, "Siz çok farklısınız" demekten kendilerini alamıyorlar. Onlardaki bu farklılığın asıl sebebi nedir? Bu takdirler karşısında onların düşünce ve tavırları nasıl olmalıdır?

Bir yazıda "Günümüzün Karasevdalıları" diyerek tavsif ettiğim fedakâr insanları tanıyıp, yaptıkları şeyleri iyi tahlil ettikten sonra onları sevmemek ve takdir etmemek mümkün değildir. Başka türlü düşünmek ve farklı bir şey söylemek hem bu fedakârlara karşı saygısızlıktır hem de onların sa'yine terettüp eden ilâhî lütufları görmemek demektir ve bir nevi nankörlüktür.

Önyargıdan ve garazdan uzak olarak onların faaliyetlerine bakanlar göreceklerdir ki, dünyanın her tarafından onbinlerce insan, bu adanmış ruhlar sayesinde Türkiye'yi tanımış, Anadolu insanının sıcaklığından haberdar olmuş ve müslümanlığa karşı sempati duyar hâle gelmiştir. Bugün binlerce kişi, "Müslümanlığı bize siz tanıttınız ve onu sevdirdiniz." demekte ve onlara karşı minnettarlık hisleri beslemektedir. Demek ki, bu minnettarlık duygusuyla dolu insanlar, kin ve nefret tavırlarından bıkmış, dostluğa çok susamış, barış atmosferini özlemiş, İslam'a muhtaç kimselerdi ve kendilerine uzanacak bir el bekliyorlardı. Demek ki, onlar İslam'ın gülen yüzünü hiç görmemiş, Hazreti Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) mesajını kendi berraklığıyla hiç duymamışlardı. Günümüzün fikir işçileri "diyalog", "hoşgörü" ve "konuma saygı" deyip onlara biraz yakın durunca ve kendi değerlerimizi mütebessim bir çehreyle sununca, onlar, "İşte bulduk" diye mukabele ettiler ve "Allah sizden razı olsun; siz gelmeseydiniz, İslam'ı hiç tanıyamayacak ve Hazreti Muhammed'i hiç bilemeyecektik" dediler.

Dünyanın en ücra köşelerinde bile birer mum yakma gayretindeki bu kahramanlar arasında çok mükemmel insanlar vardır. Üstad'ın o ilk talebelerinin herbirine bir Kutup, bir Gavs ve bir Kutbu'l-irşad nazarıyla baktığım gibi, günümüzün bahtiyarları arasında da çok güzel ve mükemmel insanlar bulunduğuna inanıyorum. Onları yakından tanıdıkça da bu inancımın kuvvetlendiğini hissediyorum. Zira, onlar oturuş-kalkışlarıyla, söz ve beyanlarıyla, tevazu ve mahviyetleriyle; yani, olgun bir insanda mutlaka bulunması gereken acz, fakr, şevk, şükür, tefekkür ve bütün mahlukâtı şefkatle kucaklama gibi yanlarıyla o kıvamı ortaya koyuyorlar. Öyleyse, hem bu sevgi kahramanlarını fert fert takdirle yâd etmek hem de umumunun mesaisine terettüp eden Cenâb-ı Hakk'ın değişik lütuflarını görüp onları minnetle karşılamak lazımdır. Böyle bir takdir ve minnet, bir şükr-ü manevîdir ve buna bizim ihtiyacımız vardır. Çünkü, böyle bir şükr-ü manevî, o türden nimetlerin artmasına vesile olduğu gibi mü'minler hakkında hüsn-ü zannın da bir ifadesidir.

Evet onlar, gönüllerde sevgi tahtı kurmak, insanlığa bugüne kadar duymadığı nağmeleri duyurmak ve kendi değerlerimize karşı sempati uyarmak niyetiyle düştüler yollara. Müslümanlığın gerçek çehresini ve gülen yüzünü ortaya koymak, onu kendi güzellikleriyle sunmak lazımdı. Tabii ki, afedersiniz, goriller gibi ellerini göğüslerine vurarak, kin ve nefret soluyarak yapamazlardı bunu; milletin içine korku salarak din duygusunu akıtamazlardı gönüllere. Bundan dolayı, onlar, bir ayaklarını bulunmaları lazım gelen yere sağlamca bağladı, hep vuslat, üns billah ve maiyyet peşinde olup O'nu düşündüler; diğer ayaklarını da -Hazreti Mevlânâ ifadesiyle- yetmiş iki millet içinde döndürdü; tattıklarını onlara da tattırmak, duyduklarını onlara da duyurmak, onları da iman burcuna ulaştırmak için sevgi, hoşgörü, diyalog ve herkesi kendi konumunda kabul gibi esaslarla belde belde dolaştılar.

Kim Kâfir?

Neylersiniz ki, sayıları az da olsa, bazı insanlar bu hayırlı faaliyetleri bir "gâvurlaşma" ve "gâvurlaştırma" gibi kabul ettiler; mantığını anlamakta zorluk çektiğim bir yaklaşımla, maalesef, bu harekete gönül vermiş insanlar hakkında dalâlet ve küfür isnadında bulundular. Ayet ve hadislere sadece bir açıdan bakarak ve siyak-sibak bütünlüğünü kopararak yaptıkları yorumlarla, onlar hakkında "bid'atkâr"dan "kafir"e kadar bir sürü ithamlarda bulundular. Çoğu zaman, en masum söz, tavır ve davranışları bile kendi garazlarından dolayı yanlış vadilere çekti; bazen de bazı arkadaşların -eğer varsa- ferdî hatalarını bu faaliyetleri destekleyen bütün gönüllülere yükleyerek, hepsini birden tekfir ettiler.

Oysa, değil bir topluluğu, tek bir insanı bile küfürle itham etmek dinimize göre altından kolay kalkılamayacak bir vebaldir. Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), "Bir m üslüman bir başka müslümana "kâfir" dediği zaman ikisinden birisi mutlaka kâfir olur. Eğer küfür isnad edilen insan gerçekten kâfirse, o söz yerini bulur. Fakat değilse, o zaman söz, küfür isnad edene döner ve o kâfir olur." buyurmaktadır. Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi gibi en muteber kaynaklarda yer alan bu hadis-i şerifi ve dinimizin bu konudaki hassas ölçülerini bilen bir insanın başkaları hakkında o kadar rahat konuşması, hele hele koca bir topluluğu tekfir etmesi çok büyük bir hata ve bir hüsran sebebidir!.

Ayrıca, hoşgörü ve diyalog yolu, ilk kez bu hareketin temsilcileriyle açılmadı. Herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncesi günyüzüne onlarla çıkmadı. Onlardan önce de bu yolda yürüyenler vardı; onlar sadece seleflerinin izlerini takip ettiler. Öyle ki, bu şehrahın ilk fatihi Allah Rasûlü'dür; O, Mekke'deki müşriklere karşı bu üslupla davranmış, Hudeybiye sulhunda meseleyi pratik olarak ortaya koymuş, Medine vesikası ile bu hususu te'yid buyurmuştur. Hangi din, hangi ırk, hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüs ve mülk edinme haklarına dokunulamayacağını ilk kez İnsanlığın İftihar Tablosu âleme duyurmuş; bir yönüyle, birlikte yaşama ve diyalog köprüleri inşa etme tavsiyelerinde bulunmuştur. Aynı hakikatları farklı bir üslup ve eda ile Veda Hutbesi'nde de tekrar etmiştir. Bu mevzuda, Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasındaki yaklaşık on senelik zaman diliminde bir çizgi değişikliği olmamış, aksine vaz' edilen hükümler sürekli te'yid edilmiştir.

Ebû Cehil, küfür ve cehaletin babasıydı; fakat, Efendimiz onlarca defa onun ayağına gitmiş ve davasını anlatmıştı. O inat etmiş, kabule hiç yanaşmamıştı ama Efendimiz de anlatmaktan geri durmamıştı. Kainatın İftihar Tablosu, Ebû Talib'in ocağında neşet etmiş, amcası vefat edene kadar belki yüzlerce defa onu da Hak dine çağırmış; defalarca "Amca, ne olur bir kere "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün rasûlüllah" de; de ki, ahirette sana şefaat edeyim" buyurmuştu. Peygamber Efendimiz, sadece Ebû Talib'e bile birkaç yüz defa aynı davette bulunmuş; "kâfir" deyip onu terk etmemiş, hep yanında olup bir fırsat kollamış ve ona defalarca İslam'ı anlatmıştı. Amcası ölüm döşeğindeyken bile, Allah Rasûlü, bir kere daha ona ebedî huzur koridorunu işaret etme gayretindeydi. İrtibatı kesse, yakınında durmasa, evine gidip gelmese nasıl anlatacaktı davasını?

O ilk dönemde, dini anlatma gayesiyle cihanın her yanına giden sahabe efendilerimiz yumuşak tavırlarıyla, müsamaha ve mülayemetleriyle gönüllere girmişlerdi. Onlarla tanışan insanların pek çoğu İslam'ın nuruyla aydınlanmış, bazıları da hiç olmazsa müslümanlara sempati duyar hâle gelmişti. Hazreti Mus'ab (radıyallahu anh), Efendimiz'in emriyle, Medine-i Münevvere'ye gittiği zaman, orada putperestlerle içli-dışlı olmasaydı ve onlarla yakınlık tesis etmeseydi, nasıl duyuracaktı ki İslam'ı? Halbuki, Hazreti Mus'ab gibi tebliğ ve temsil abidelerini tanıyınca en katı kalbler bile erimiş, yumuşamış, gönül rızasıyla İslam'a koşacak kıvama gelmişti. O seviyeyi yakalayamayanlar ise, en azından müslümanın kan dökücü, kavgacı ve fesat çıkarıcı olmadığını görmüş, mü'minlere karşı bir yakınlık duymaya başlamıştı.

Dihyetü'l-Kelbî hazretleri, Peygamber Efendimiz tarafından Roma İmparatoru'na elçi olarak gönderilip Heraklius'a davet mektubunu götürdüğünde, o kadar aşk u heyecanla dolu ve o denli coşkuluydu ki, onun bu haline vurulan Heraklius "Bilmem ki, tebliğ için yollara düşerken ve çöle açılırken, Hazreti İsa'nın havarileri de bu kıvamda ve bu celâdette miydi?" diyerek hayranlığını ifade etmişti. Dihyetü'l-Kelbî , tâ Heraklius'un ülkesine kadar gitmeseydi onlar nereden bileceklerdi Hak dini? İmparatorun piskoposu o yüce sahabiyi tanımasaydı, iman ufkunu nasıl yakalayacak ve nasıl gaybî biat edecekti Allah Rasûlü'ne?

Seleflerin Yolunda

Allah Rasûlü ve onun ashabı, gönüllere girmek için her fırsatı kullandılar; yaptıkları toplantılarla, verdikleri ziyafetlerle insanlara yakın oldular ve daha sonra da davalarını anlattılar. Ayaklarına gelinmesini hiç beklemediler, hep muhtaçların ayağına onlar gittiler. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahabe-i kiram öyle yaptığı gibi onları takip eden dönemlerde Raşit Halifeler, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn asrında yaşayanlar da aynı şekilde davrandılar. Fetihlerde bile, müslümanlar kilise ve havraları yıkmadılar.. azınlıkların haklarına asla dokunmadılar.. hiçbir zaman vicdan hürriyetine kısıtlama getirmediler.. düşünce hürriyetini tahdit altına almadılar... Selahaddin Eyyûbîler, Alparslanlar, Kılıçarslanlar ve daha sonra Fatihler, Yavuzlar, Kanuniler hep böyle davrandılar. Sıyanet kanatlarını açıp yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak herkesi himaye ettiler ve onlar varken kimseye zarar gelmesine meydan vermediler. Güçleri yettiği sürece, din, dil ve ırk ayrımı yapmadan herkesi korudu ve kolladılar.

Bazen kendi kendime diyorum ki; keşke güçlü olduğumuz dönemde dil belli ölçüde yaygınlaştırılsaydı, din üzerinde biraz daha hassasiyetle durulsaydı. Fakat, daha derin düşününce, ecdadımıza "bin bârekallah" çekiyor ve şöyle devam ediyorum: Elhamdulillah, öyle bir miras bırakmışlar ki, bizim bugün yüzümüz ak, alnımız da açık; çünkü bizim atalarımız ne Saraybosna'da, ne Makedonya'da, ne Yunanistan'da, ne Bulgaristan'da ve ne de bir dönemde hüküm sürdükleri bir başka beldede hiç kimseye baskı yapmamış, hiç kimseye zulmetmemiş, hiç kimseyi dinini ve dilini değiştirmeye zorlamamış ve günümüzde uygulananlardan çok daha ileri seviyede bir demokrasi anlayışı sergilemişler.. sergilemiş ve İslam'ı hal diliyle anlatma yolunu seçmiş, müsamaha ve hoşgörüyle insanların gönüllerine girmişler.

Dolayısıyla, hem temel kaynaklarımız hem de tarihî tecrübeler gösteriyor ki, hoşgörü ve diyalog bizimle başlayan bir yol değildir; o bizim mazimizin özü ve üsaresidir. Dahası, bu mesele falanın iç inceliğinin, filanın şefkat enginliğinin ve bir başkasının vicdan genişliğinin ifadesi de değildir. Dinî ve tarihî kaynaklarımız bunu bir vazife ve vecibe olarak inananların omuzlarına yüklüyorsa, bu yolun birilerince sahiplenilmesi söz konusu olamaz. O hiç kimsenin şefkat ve merhametinin ürünü değil; İslam'ın şefkat ve merhametinin neticesidir. Tanıyanlara "Siz farklısınız" dedirten insanların güzellikleri de İslam'ın özünden, Kitap'tan, Sünnet'ten ve dinin yoruma açık yanlarının upuzun bir tarih boyu yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. İsterseniz şöyle de diyebilirsiniz; bu güzelliklerin kaynağı, Kur'ân, Sünnet, İcma ve Kıyas gibi asli delillerle, yine bu delillerden çıkarılan, İstihsan, İstislah, İstishab, Beraat-i asliye, Örf ve âdetlerin meşru olanları gibi fer'î (ikinci derecede olan) delillerdir. Evet, dünyanın her yanında dinimize ve kendi medeniyetimize tercümanlık eden insanların yaptıkları , onların hususi mahiyette ve kendi tabiatlarına bağlı olarak icat edip ortaya koydukları şeyler değildir. Yani hoşgörü demek, başkalarına sevgi eli uzatmak, el sıkışmak, konumlara saygılı davranmak, kimsenin dinine ve diyanetine ilişmemek onların şahsî hissiyatlarından, özel düşüncelerinden ve mülâyemetlerinden kaynaklanmamakta, sağlam ve kalıcı kaynaklara dayanmaktadır. Bundan dolayı da bu üslup, muvakkat ve geçici bir üslup değil, bundan sonra da devam edecek olan, kalıcı bir üsluptur; çünkü, dayandığı kaynaklar kalıcı ve değişmeyen esaslardır.

Meseleye bu zaviyeden bakılınca görülecektir ki; hoşgörü, diyalog, herkese karşı saygı, herkesi kendi konumunda kabullenme diyen insanlar aslında Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine Vesikası'nı bir kere daha seslendirmiş oluyor ve böylece kendi vazifelerini yapıyorlar. Evet, böyle bir yolla gönüllere girmek, Cenab-ı Hakk'ı duyurmak, Efendimizin adını cihanın her yanına ulaştırmak bütün müslümanlar üzerine bir vazifedir. Dolayısıyla, bugün dünyanın değişik ülkelerinde gönüllü kültür elçileri gibi görev yapan insanlar dinin tahmil buyurduğu bu vazifeyi de eda ediyorlar.

Acz u Fakr En büyük Sermayedir

Zaten, meseleyi, kimsenin yapmadığı ve bugüne kadar da yapılmamış çok önemli bir işi gerçekleştiriyor olma duygusuyla ele almak ve onu bir fâikiyet konusu olarak algılamak gurura kapılmak demektir. Allah korusun, böyle bir gurur da o hizmetlerin sevabını bütünüyle alır, götürür. Şahsen, günümüzün fikir işçilerinin bu meselede çok hassas olduklarını zannediyorum. İnanıyorum ki, hepsinin gönlünde "Nefis cümleden ednâ, vazife her şeyden a'lâ" hakikati taht kurmuştur. Kendilerini acz u fakr içindeki sıradan insanlar olarak görmelerinin yanı sıra, vazifelerini de dünyevî hiçbir karşılıkla değiştirilemeyecek yüce bir lütuf kabul ediyorlardır. Evet, Allah Teâlâ, bazı insanları çok önemli hizmetlerde istihdam buyurur. Cenâb-ı Hakk'ın gördürdüğü bu hizmetler, O'nun ululuk ve azametini ortaya koyma adına ayrı bir yoldur, -tabiri câizse- ilahî bir üsluptur. Bu ilahî üslubun ifade ettiği espri de şudur: Cenâb-ı Hak, bazen çok küçük şeylere, pek büyük işler yaptırmak suretiyle kendi kudret ve azametini gösterir; tenasüb-ü illiyet prensibine göre, o küçük şeylerle bu büyük neticelerin hâsıl olamayacağını işaret buyurur; bir Müsebbibü'l-Esbâb'ın varlığını ruhlara duyurur ve kendi büyüklüğünü ortaya koyar. İşte bu esprinin farkında olan adanmış ruhlar, üzerlerine tevdi edilen vazifeleri, ihsan-ı ilahî olarak omuzlarına konmuş mukaddes bir yük olarak kabul ediyor ve kendilerini asla bu yükü kaldırabilecek keyfiyette görmüyorlardır. Şu kadar var ki, onlar azim ve gayrete sarılmışlardır; Allah'a güvenleri de tamdır.

Evet, sermayemiz acz u fakrdır bizim; çünkü, onlar sayesinde çok büyük bir kaynağa bağlanmışız. Kendimiz fakr içinde bulunsak da hazineleri hiç tükenmeyen bir Sultan'ın köleleriyiz; acizler olsak da O'nun kudretiyle güçlenmişiz. O'nun ihsanları karşısında şükür duygusuyla gerilmişiz. Öyle bir şevkimiz var ki, hiçbir zaman ye'se düşmüyoruz/düşmeyiz, her an pür-neşe ve ümitliyiz; çünkü tükenmez kaynaktan nebeân eden ihsan deryasında ilerliyor ve inayet altında bulunduğumuza inanıyoruz. Belki aciz, elsiz-kolsuzuz ama kocaman pehlivanlara da -Allah'ın izniyle- pes etmiyoruz. Yunus Emre'nin şu sözlerini değişik münasebetlerle hatırlatmıştım:

Bir serçe bir kartalı
Salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir
Ben de gördüm tozunu

Bir küt ile güreştim
Elsiz ayağım aldı
Güreşip basamadım
Gövündürdü özümü

Maruz kaldıkları zulümlere rağmen, dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüz olarak milletin istikbali için koşturan fedakâr insanların bugünkü durumu, bir serçenin bir kartalı sallayıp yere vurması değildir de ya nedir Allah aşkına? Küt, eli ayağı olmayan, kötürüm demektir. Şiddet kullanmama, kötülüklere misliyle mukabelede bulunmama, kimseye lanet etmeme ve kavgalara asla girmemeye kesin kararlı, bu konularda adeta birer küt olan hasbî ruhların, kin ve nefretle oturup kalkan nifak şebekeleri karşısındaki hâli, koca koca pehlivanları -Allah'ın inayetiyle- yere serme değildir de ya nedir? Dün bir yazarın köşe yazısını okumuşlardı; programlı bir karalama kampanyası yürütenlerin hazırladığı CD'ler onun eline de geçmiş. Yazısının bir kısmında; "Bu kin deryasının kaynağını tahmin etmeye çalışıyorum. Aklıma ilk gelen, söz konusu cemaate karşı yıllardır yeminli savaş veren 'derin' devlet oluyor. Sonra, malum Aydınlık'ın İP'çisi ve taifesi geliyor aklıma. Başka kim olabilir? Mesela, 28 Şubat'ın küfürbaz subayı olabilir; o da bu cemaate yeminli düşman. Yine eski bir başsavcı, eski bir yüksek yargı üyesi ve tescilli İslâm karşıtı olan ünlü biri geliyor aklıma. Asıl şaşkınlığı, gerçeği öğrendiğimde yaşıyorum. Meğer bunların hiçbiri değilmiş. Meğer bu Müslümanlara çamur atan bir başka Müslüman grup imiş. Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Onlar adına benim yüzüm kızarıyor. "Allah akıl fikir versin"den başka söyleyecek söz bulamıyorum." diyordu. Onun da dediği gibi, kimler saldırmadı ki şimdiye kadar? Fakat, varsın saldırsınlar; bize düşen bir kere daha nefis muhasebesi yapmak, Cenâb-ı Hak'la münasebetlerimizi gözden geçirmek ve O'na sığınarak yolumuza devam etmektir.

O Var!..

Evet, biz aciz ve zayıfız ama çizgimizi koruduğumuz sürece inayet-i ilahiye gibi bir güç ve kuvvet kaynağımız var. "Hasbünallâhu ve ni'me'l-vekîl, ni'me'l-mevlâ ve ni'me'n-nasîr – Koruyup kollayıcı olarak Allah bize yeter; O ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır" kalesine sığınmışız. "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh – Gerçek güç ve kuvvet sahibi sadece Allah'tır" zırhına bürünmüşüz. Cenâb-ı Hakk'a kulluğumuz, Hazreti Muhammed'e (aleyhisselam) ümmet olmamız ve elimizde Kur'an-ı Kerim gibi bir beraat fermanının bulunması bize yeter.

Hasılı, büyüklüğün en önemli derinliği, büyük şeylere imza atmanın yanı başında, kendini küçük görmek ve gerçek konumunu hiçbir zaman hatırdan çıkarmamaktır. O hatırdan çıkınca, Cenâb-ı Hak insanın kolunu, kanadını kırar, ona gerçekte ne olduğunu gösterir. Öyleyse, biz yaptığımız vazifelerden dolayı kendimizi bir yerde göreceğimize, olduğumuzun ve olacağımızın peşine düşeceğimize, O'nun rızası peşinde yürümeliyiz. O'nun ululuğu var, O'nun azameti var, O'nun ceberûtu var. O bir kudret-i kâhire, bir irâde-i nâmütenâhiye ve bir ilm-i muhît sahibidir. Dolayısıyla, O varken varlık iddia etmek, O'na ve hakikate karşı saygısızlıktır. Otuzuncu Söz'de; "Sâni-i Hakîm, insanın eline, emanet olarak, rububiyetinin sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat ve nümuneleri câmi bir ene vermiştir; tâ ki, o ene bir vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin." dendiği gibi, "ene" sadece O'nu gösteren bir aynadır; O'nu görmek, O'nu bilmek, O'nu duymak ve O'nu hissetmek esastır.

Bu açıdan, kendini dine ve öz değerlerimizin tanıtılmasına adamış insanlar, hem takdir edildiklerinde hem de değişik isnadlarla karalandıklarında asla tavır değişikliğine girmemeliler. Ne maddî, ne manevî, ne dünyevî ve ne de uhrevî, herhangi bir parlak ve câzip şey karşısında, bu câzibedar işi terk etmemeliler. Çünkü bu çok önemli bir meseledir. Bu vazifeden beklenen de, sadece inandırma değildir. Rabbimiz'in adını duyurma, İslam'a karşı azıcık sempati uyarma ve İnsanlığın İftihar Tablosu'nu belli ölçüde tanıtma bile çok kıymetli bir iştir. Size yeminle teminat veririm, ben, iki-üç insana Allah'ı ve Rasûlullah'ı tanıtmayı cihan hükümdarlığına tercih ederim. Bu sözle hem kendi içimi seslendiriyor hem de arkadaşlarımın gönlüne tercüman oluyorum, onların da farklı düşünmediklerine inanıyorum. Öyleyse, hiç yılmamalı, asla bıkmamalı; kat'iyen "yeter" dememeli; bir gün bir beldede anlatacak kimse ve anlatılacak mesele kalmasa, karanlıkta kalan tek insanın bulunduğu başka bir ülke varsa kalkıp oraya da gitmeli; bir mum da ona götürmeli. Ayrıca, bu niyet ve gayretlerin neticesinde Cenâb-ı Hakk'a ait ve insanların bilemeyeceği, meçhul bir takdir vardır.. dünyevî ve uhrevî başka beklentiler sebebiyle bu işten el çekmek Cenab-ı Hakk'ın takdirini beğenmeyerek daha aşağılara inmek demektir.

Bazen aklıma geliyor ki, bir yolunu bulsak ve nâm u nişanlarımızı da gömsek hafâ türabının bağrına. Arşivlere girmese, kayıt altına alınmasa, hiç kimse ulaşamasa ve unutulsa adlarımız. Hatta hakkımızda bir "Fatiha" okunmasına vesile olacak kadar bir hatırlanma mülahazası bile olmasa içimizde; "Bilen biliyor" deyip O'na havale ederek o konuda dahi beklentisiz olsak. Hafızalarda sadece şahs-ı manevî kalsa; ortada yalnızca "hizmet eden meçhul kahramanlar" bulunsa. Böylece, O varken hiç kimse varlık iddia etmiş olmasa. Gönüller O'na yönelse, diller –Necip Fazıl gibi– "O var" dese:

Ne sen varsın, ne ben, ne yâr, ne kimse;
O var!
Bütün sevdiklerin elden gittiyse;
O var!

..........................................................

Yıkılmaz dayanak, kırılmaz destek;
O var!
Tekten de tek, bir tek, tek başına tek;
O var!

Medya Etiğine Dair Bazı Mülâhazalar-1

Soru: Günümüzde medyanın etik kuralları ihlâl ettiği ve pek çok olumsuzluğa sebebiyet verdiği görülüyor. Meseleye bu zaviyeden bakılacak olursa sizce medyaya düşen vazifeler nelerdir?

Cevap:Bugün insanların hâl ve hareketlerine bakacak olursak toplum sağlığının ciddi yara aldığını ve hatta bozulduğunu söyleyebiliriz. Son yıllarda antidepresan ilaçların kullanımındaki ciddi artış da bunu göstermektedir. Öyle ki bu rakam şu anda yüzde onları bulmuştur. Demek ki insanların birçoğu oldukça stresli ve depresyon hâlinde bir hayat yaşıyor. Hatta karşıdan bakıldığında oldukça sağlıklı görünen ve psikolojik rahatsızlığına hiç ihtimal verilemeyecek insanların bile bu ilaçları kullandığı ifade ediliyor. Kullanmadıkları zaman dengeli hareket edemiyor, hem kendilerine hem de başkalarına zarar veriyorlar.

Farklı dönemlerde yaşayan insanlar alınıp bugüne getirilse ve çağımız insanlarının hâlini müşahede etseler, belki de toplumun büyük çoğunluğunun ruh sağlığının bozuk olduğuna hükmedeceklerdir. Ne yazık ki günümüz toplumunda dünya kadar megaloman, paranoyak veya şizofren vardır. Fakat insanların birçoğu aynı dertten muzdarip olduğundan birbirlerinin rahatsızlığını fark edemiyorlar. Nasıl ki tımarhanedeki insanlar kendilerini “akıllı”, dışarıdakileri “deli” görüyorlarsa, günümüz insanları da birbirlerindeki rahatsızlığın farkına varamıyorlar.

Bu içler acısı tablonun sebebi, günümüzde insanın psikolojisini bozacak hatta onu delirtebilecek çok fazla faktör olmasıdır. İnsanlar sürekli gerilim içinde oturup kalkıyorlar. Gerilim daha yuvada başlıyor. Çocuk gerilimle gözlerini hayata açıyor. İnsanlar gerilimle yataklarına giriyor ve gerilimle sabahlıyorlar. Tabiî ki bu onların aile yaşantılarına, işlerine ve insanî ilişkilerine de tesir ediyor. Olmayacak şeylere kızıyor, küçük şeyleri kafalarına takıyor, basit sebeplerden ötürü çevrelerini kırıyor ve böylece kendileri huzursuz oldukları gibi çevrelerini de huzursuz ediyorlar. Kendilerini tahrip ve yıkıma sevk edecek ruh haletleri içine giriyorlar. Esasen kafaları karıştıran pek çok şerarenin atmosferimizi kirlettiği, insanların sürekli tahrik edildiği ve menfi yönde tetiklendiği bir ortamda salim düşüncelerin, yumuşak tavırların ve dengeli davranışların bulunması mümkün değildir.

İşte bütün bu olumsuzluklara sebebiyet veren en önemli faktörlerden biri medyadır. Medyanın havayı gerecek haberler yapması, iftira ve yalanlarla insanları birbirine düşürmesi, sevmediği kişileri veya grupları karalaması, insanların gizli hâllerini ve günahlarını araştırarak bunları ifşa etmesi, reyting uğruna bir kısım gerçekleri abartarak kamuoyuna takdim etmesi gibi yanlışları, maalesef toplumda ciddi kırılmaların ve olumsuzlukların müsebbibi olmaktadır.

Sosyal Mutabakat

Keşke basın yayın kuruluşları ve devlete ait ilgili müesseseler bir araya gelerek belirli ilkeler üzerinde mutabakat sağlayabilseler. Havayı germeme, etik kurallara riayet etme, doğru habercilik yapma, insanların haysiyet ve şerefiyle oynamama gibi bir kısım kurallar üzerinde -Jean Jacques Rousseau’nun ifadesiyle- bir “sosyal mukavele” yapabilseler. Sorumsuz davranmayacaklarına, ulu orta hareket etmeyeceklerine, halkın hassasiyetlerini gözeteceklerine dair birbirlerine bazı taahhütlerde bulunsalar. Yaptıkları yayınların tabana indiğinde ne tür neticeler hâsıl edeceğini daha baştan hesaplasalar. Çatışma ve kavgaları tetiklemek yerine birlik ve beraberliği güçlendiren yayınlar yapabilseler. Tansiyonu yükselten ve insanları geren programlardan ve haberlerden uzak dursalar.

Basın Kanunu ve ilgili mevzuatta yer alan maddelerin milimi milimine uygulanıp, bu kuralları ihlâl edenlerin caydırıcı şekilde cezalandırılması çok önemlidir. Fakat daha önemlisi, bu maddelerin benimsenmesi ve bunlara riayet edilmesidir. Bu yüzden medya kuruluşlarında çalışanları bu konuların önemine inandırma, medya etiği hakkında bir kamuoyu oluşturma ve onların da kabul edebileceği şekilde bir mukavele imzalama çok önemlidir.

Ne var ki daha önceki yıllarda demokrasi istikametinde onca mesafe kat etsek, demokratik değerler adına ciddi inkişaflar ortaya koysak da şu anda toplumun böyle bir mukaveleye açık bulunduğundan söz etmek mümkün değildir. Maalesef günümüzde toplumun genel hissiyatı ve sosyal yapısı, bu konuda arzu edilen gelişmeleri gerçekleştirmeye müsait değildir. Zira düşünce enginliği ve vicdan genişliği açısından arzu edilen kıvamda olduğumuz söylenemez.

Bununla birlikte gazete ve televizyon gibi bir kısım medya kuruluşlarının bu meseleye sahip çıkmaması ve sorumsuzca hareket etmesi bizi de onlar gibi olmaya sevk etmemelidir. Bu konuda toplu bir mukavele yapılamaması, hepten onun terk edilmesini gerektirmez. Başkalarının olumsuz tavırları, bizim için olumsuzlukları meşru hâle getirmez. Hatta toplumdaki insanların %99,9’u olumsuz davransa bile geriye kalanlar, “Bunca insan aynı şeyi yaptığına göre benim de onlar gibi davranmamda bir mahzur yok.” diyemez. Zira Allah (celle celâluhu) ahirette herkesi tek tek hesaba çekecektir. Herkese kendi günahlarının hesabını soracak, bir başkasının günahının hesabını sormayacaktır. Bu açıdan kimsenin “Ben de âleme uyuyorum.” diyerek onların günahlarına ortak olma gibi bir lüksü olamaz. Uyulacaksa başkalarının yanlışlarına değil doğrularına uyulur.

Konuşma Üslubu ve Dilin Kullanımı

Bu itibarla en azından hayatlarını dinî ve ahlâkî değerlere göre yaşamaya çalışan insanlar medya etiği konusunda dikkatli olmalı ve başkalarına da misal teşkil etmelidirler. Mesela onlar en basitinden televizyon programlarında birbirlerine hitap ederken saygılı bir dil kullanmalı, “filan bey”, “filan hanım” demeli ve böylece toplum fertleri arasında saygı hissini uyarmalıdırlar.

Aslında bizim toplumumuzun genel ahlâkı böyleydi. Benim yetiştiğim çevrede kimse birbirine ismiyle hitap etmez, mutlaka yanına “bey”, “ağabey”, “bacı”, “abla” gibi bir saygı ifadesi ekler ve herkes birbirini saygıyla yâd ederdi. İnsanları sadece adlarıyla çağırma kaba bulunur, bedeviyetten çıkamamış cahiliye dönemi insanlarının âdeti gibi görülürdü.

Günümüzde de gerek gazete sütunlarında yazı yazarken, gerek televizyonlarda program yaparken birbirimize “bey”, “beyefendi”, “zat-ı âliniz” diyerek hitap etsek, eleştirilerimizi bile, “Siz şöyle buyurmuştunuz. Fakat meselenin bir de şu yönü var.” gibi saygı ifadeleriyle dile getirsek ve bunda ısrar etsek zannediyorum bunlar takdirle karşılanacak ve başkalarına da sirayet edecektir. Çünkü karanlık ve kesif şeylerin sirayet kabiliyetleri sınırlı olsa da bu tür güzel ve nurani şeyler hızlı sirayet eder.

Evet, biz meseleyi buradan alarak daha önemli mevzulara kadar götürmeli, kaybettiğimiz değerlerimizi yeniden canlandırmaya çalışmalı, bozulan dil ve üslubu bir kere daha yerli yerine oturtmalı ve bütün faaliyetlerimizde iyiliğin temsilcisi olmalıyız. Kültür ve medeniyetin taşıyıcısı olan dili doğru kullanmaya son derece dikkat etmeli, argodan, laubali üsluptan uzak durmalı ve elden geldiğince bizim kültürümüzü, ruh enginliğimizi ifade edecek kelimeler kullanmalıyız.

Doğruluğun ve Ahlâkın Temsilcisi Olma   

Hiç şüphesiz gazete, televizyon ve internet gibi medya organlarında haber yaparken, yazı yazarken veya bir programı hazırlarken dikkat edilecek en önemli hususlardan birisi doğruluktur. Allah’a ve ahiret gününe inanan bir mü’minin bilerek yalan söylemesi, masum insanlara iftira atması, karalamalarla sevmediği insanların itibarını zedelemesi düşünülemez. Bırakalım yalan ve iftira atmayı, doğruluğun temsilcisi olan bir mü’min, yaptığı haberlerde mübalağaya bile giremez; doğruluğundan emin olmadığı bilgileri haberleştiremez. Hatta o, toplum fertlerine zarar vereceğini düşündüğü bir kısım gerçekleri bile medyaya taşımaz.

Ne yazık ki Allah’a inanan insanlar bile yer yer dengeyi koruyamayabiliyorlar. Şurasını unutmamak gerekir ki eğer bir hâdise haber yapılırken hakikat tam olarak ifade edilmiyor ve bir kısım hilâf-ı vaki beyanlar ve mülahazalar ortaya konuluyorsa, iddia edilen şeylerin aksinin ortaya çıkmasıyla birlikte ciddi bir kredi kaybı yaşanacak ve haber, haberi yapanların yüzüne çarpılacaktır.

Dolayısıyla önü arkası net bilinmeyen konularda mülâhaza dairesi açık bırakılmalı, ortaya çıkan meseleler iyice anlaşılmadan işin içine girilmemeli, şişirme haberlerden uzak durulmalı, yapılacak yorumlarda itidalli olunmalıdır. Böylece hem insanlar yanıltılmamış olur hem de güven zedelenmesinin ve itibar kaybının önüne geçilmiş olur. Üstelik arkadan gelecek tarihçilere ve analizcilere de doğru malzemeler bırakılmış olur.

Başkaları bunların hiçbirisine dikkat etmeyebilir. İnsanların onur ve şerefleriyle oynayabilir. “Çamur at, izi kalsın.” mantığıyla hareket ederek nicelerinin itibarlarını sarsabilir. Bunlar karşısında bizim elimizden de hiçbir şey gelmeyebilir. Fakat başkalarına sözümüz geçmese de biz, onlar gibi olamayız/olmamalıyız. Bize düşen, her zaman doğrulara tercüman olmak, her şeyi doğru olarak vaz’ etmek, doğru olarak seslendirmek ve doğruluktan hiç ayrılmamaktır.

Öte yandan, bazı konular, insanların özel hayatıyla ilgilidir. Allah, insanları birbirlerinin gizli hâllerini ve ayıplarını araştırmakla mükellef tutmamıştır. Tecessüste bulunmak yani insanların mahrem ve gizli yönlerini araştırmak İslâm’da haram kılınmıştır. İnsanların bir kısım günahlarına muttali olunduğunda da -başkalarına zarar vermediği sürece- yapılması gereken, bunları ifşa etmek değil gizlemektir.

Mesela şahsi bir günahın işlendiğini gören kimsenin ilgili mercilere bunu bildirmesi bir vazife olmadığı gibi bildirmemesi de günah değildir. Aslında böyle bir fiili gören kimsenin bunu gizlemesi bir fazilettir.

Nitekim Asr-ı Saadet’te bir kadın, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek zina ettiğini itiraf ettiğinde, Allah Resûlü bu mesele üzerinde durmamış, onun detaylarını araştırmamış, kulak kesilmemiş ve “Dön git ve Allah’a tevbe et. Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur.” buyurmuştur.

Maalesef günümüzde bu konuda öyle bir hezeyan yaşanıyor ki görülen ayıp ve günahların gizlenmesi bir tarafa, insanlar günah avcılığına çıkıyorlar. Sırf dikkatleri çekme, okuyucu veya izleyici sayısını artırma adına insanların özel hayatları araştırılıyor, sırları deşifre ediliyor, ortaya çıkan bir kısım ayıpları haber yapma yarışına giriliyor ve çoğu zaman da insanların şerefleriyle, haysiyetleriyle ve namuslarıyla oynanıyor. Bu yüzden nice kimselerin hayatları kararıyor, pek çokları devrilip gidiyorlar. Bütün bunları değil dinle insanlıkla bile telif etmek mümkün değildir. Bağışlayın, bunlar düpedüz ahlâksızlıktır.

Başkalarının hakkını ihlal eden veya kamu düzenini bozan kimselerin mahkeme önüne çıkarılıp yargılanması ayrı bir meseledir; bunların çarşaf çarşaf haber yapılması, insanların haysiyet ve şereflerini düşünmeden uluorta davranılması ayrıdır. Eğer ortada bir suç varsa emniyet ve savcılık meseleye müdahale eder, kişiyi hâkim önüne çıkarır ve mahkeme de toplanan delillere göre gerekli görürse suçluya ceza verir. Fakat böyle bir soruşturma medyanın işi değildir.

Meseleye İslâmî terbiye, insanî anlayış ve evrensel ahlâk kuralları açısından bakacak olursak mahkeme, sanığı suçlu bulsa ve sözgelimi onun hırsız, arsız, uğursuz bir adam olduğuna hükmetse bile medyanın bu haberi neşretme gibi bir vazifesi olmamalıdır. Hiç kimse Allah katında böyle bir olayı haberleştirdiği için sevap kazanamaz. Aksine bunun setredilmesi sevaptır. Zira hadis-i şeriflerde ayıp ve günahların örtülmesi tavsiye edilmiş, burada ayıpları örten kimselerin ahirette Allah tarafından ayıplarının örtüleceği müjdelenmiştir. (Bkz.: Buharî, mezâlim 4; Müslim, birr 58) İslâmî ahlâk ve terbiyenin gereği budur.

Dolayısıyla bir Müslümanın, başkalarının malına, canına veya ırzına kastetmesi nasıl bir büyük bir cürümse, böyle bir cürmü sırf prim yapma uğruna yazılı veya sözlü olarak neşretmek de ayrı bir cürüm ve bir ahlâksızlıktır. Birisi nefsine ve şeytana uyduğundan sürçmüş, düşmüş olabilir. Eğer onun bu hâli medya tarafından bütün detaylarına varıncaya kadar ifşa edilirse, özellikle belli bir terbiye görmüş insanlar ömür boyu hep yere bakarak yaşamak zorunda kalırlar. Hatta bazen bu, sadece bir kişiyle de sınırlı kalmaz ve bir insanla belki büyük bir kitle, bir oymak, bir aile mahcup edilir, yere baktırılır. İnsanları bu şekilde mahcup etmeye kimsenin hakkı yoktur. Böyle bir küstahlığın bilgi edinme veya bilgilendirme hakkıyla da bir alakası yoktur. Böyle bir hakka ne ilâhî bir din müsaade eder ne de aklı başında beşerî bir sistem. Evet, günah, günahtır. Fakat bu günahla insanları ezmek ve mahcup etmek bundan daha büyük bir günahtır.

Seyyidina Hz. Musa ile ilgili şöyle bir hâdise nakledilir: O, ashabını da yanına alarak birkaç defa yağmur duasına çıkmasına rağmen yağmur yağmaz. Bunun üzerine ulü’l-azm bir peygamber olan Hz. Musa ellerini kaldırıp, “Ya Rabbi, Sen emrettin ben de yağmur duasına çıktım. Fakat yağmur yağmıyor.” der. Allah, cemaat içinde günahkâr insanların bulunduğunu ve bunlar sebebiyle yağmur göndermediğini ifade buyurur. Hz. Musa, bunların kim olduğunu sorsa da Allah, “Ben kulumun günahını söylemem.” buyurur. Orada yapılması gereken toplu olarak tevbe ve istiğfarda bulunmaktır. İşte bu, ilâhî ahlâktır. Bize düşen vazife de bu ahlâka sahip olmaya çalışmaktır.

Fakat ne yazık ki medya -hepsi için söyleyemesek de- çoğu itibarıyla böyle bir terbiyeden mahrumdur. Reyting uğruna pek çok insanın itibarıyla oynuyorlar. Hatta bazen aslı olmayan, masa başında yaptıkları haberleri sorumsuzca gazetelerde, mecmualarda, internet ortamlarında veya televizyonlarda neşretmekten sakınmıyorlar. Sanki gözlerini açmış insanların özel bir hâlinin ortaya çıkmasını bekliyorlar ki ondan nemalansınlar.

Ben bu tür haberlere bakınca şöyle demekten kendimi alamıyorum: “Demek ki bunlar ciddi bir fikir kıtlığı yaşıyorlar. Millete söyleyecekleri önemli düşünceleri olmadığı için böyle süfli şeylerle heyecan uyarmaya ve kendilerini ifade etmeye çalışıyorlar. Bir yönüyle kendilerine ait eksik ve kusurları bu tür haber ve yorumlarla kapatmak istiyorlar.”

Bu konuda başkaları ne yaparsa yapsın, Allah’a gönülden inanmış insanlar kesinlikle insanların ayıp ve günahlarını neşretmemeli ve bu konuda başkalarına da örnek olmalıdırlar. Onlar insanların ayıplarıyla meşgul olma yerine başkalarının faziletlerini görmeli ve bunları takdir etmelidirler. İnsanların yüzünü yere baktıracak yayınlar değil, onları sevindirecek ve onların yüzünü güldürecek yayınlar yapmaya gayret etmelidirler. İnsanî ahlâk bunu gerektirdiği gibi insanî ahlâkın zirvesi olan Kur’ânî ahlâk da bunu gerektirir. Hiçbir Müslüman, “Âlem böyle yapıyor, biz de yapabiliriz.” diyemez. Başta da arz edildiği gibi herkes kötülüğe bulaşsa ve bir tek insan kalsa, ona düşen, yine doğru bildiği yolda yürümeye devam etmek olmalıdır.

Özellikle başkaları tarafından İslâm’ı temsil ettiği düşünülen ve dindar bilinen insanların bu konulardaki tavır ve davranışları daha da önemlidir. Çünkü onların yaptıkları yanlışlar da doğrular da sadece kendileriyle sınırlı kalmaz, aynı zamanda dinimize mâl edilir. Eğer onların hissiyat ve düşünceleri hep Müslümanca olur, her hareketlerini Müslümanca ortaya koyar ve bütün faaliyetlerini Müslümanlık etrafında cereyan ettirirlerse İslâm’a karşı sempati uyarmış olurlar. Onlara bakan insanlar, “Bu din ne güzel bir sistemmiş” derler. İşte bunu dedirtmenin, Müslüman olarak imrendirici olmanın ve dine karşı insanlarda hayranlık uyarmanın yolları bulunmalıdır.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.