• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Medya Etiğine Dair Bazı Mülâhazalar-2

Medyanın Manipülasyonu

Günümüzde medya, insanların yönlendirilmesinde oldukça tesirli ve güçlü bir vasıta hâline gelmiştir. Bunda toplumun genel seviyesinin de önemli bir rolü vardır. Toplumun geneli, cereyan eden hâdiseleri doğru okuyacak, sosyal bilimlerin dilini kullanarak bunları tahlile tâbi tutacak, tekvinî emirlere nüfuz edecek ve bütün bunlardan kendine göre önemli mânâlar çıkaracak bir seviyede olmadığı için kolay yönlendirmeye müsaittir. Hele bir de kitle psikolojisi değerlendirilir ve insanların hissiyatları suiistimal edilirse onları “sürü” hâline getirmek ve manipüle etmek çok daha kolay hâle gelecektir. Bütün bunların yanında bir de vatan, millet, bayrak, din gibi kutsal sayılan değerlere atıf yapılarak konuşuluyor, bunların korunmasından bahsediliyorsa, işte orada akıl ve fikrin yerini sadece hamasi duygular ve hamasi destanlar alacaktır. Dolayısıyla böyle bir kitleye, “Vatan elden gidiyor, ne duruyorsunuz!” denildiğinde çok rahatlıkla onların istenilen hedefe yönlendirilmesi mümkün olacaktır.

İşte bütün bunlar da göz önünde bulundurulacak olursa medyanın duruma göre nasıl korkutucu, yıkıcı ve tahrip edici bir unsur hâline gelebileceği daha iyi anlaşılacaktır. Nitekim Türkiye’de olup biten hâdiseler bunun en büyük örneğidir. Medyayı elinde tutan güçler yalan ve iftiralarla istedikleri kimseleri karalamakta ve düşman gibi göstermektedirler. Siz, atılan çamur lekelerini silinceye kadar zihinlerde “lekeli” olarak kalmaya devam ediyorsunuz. Siz meseleyi tashih edip düzeltinceye kadar da millet girdiği yanlış yolda bir hayli mesafe almış oluyor. Gerçi ona mesafe alma mı yoksa dibe batma mı denir bilemiyorum ama hakikatler çarpıtılarak verildiğinden, sürekli doğrular eğri, eğriler de doğru gibi gösterildiğinden halkın yanıltıldığı muhakkaktır.

Bu açıdan mutlaka vatanını, milletini ve dinini seven dürüst insanların da bu alanda söz sahibi olmasına, eğri-büğrü söz ve düşüncelerin arasında doğru düşüncenin, doğru sesin ve doğru ifadenin temsilcisi olmalarına ihtiyaç vardır. Çünkü gazete, dergi, televizyon ve internet gibi vasıtalarla ortaya konacak doğru mülâhazalar insanları teemmül ve tefekküre sevk edecek ve onların doğruları görmesine yardımcı olacaktır. “İmamın keçisini çalmışlar.” sözünü, özne ile oynayarak, “İmam, keçi çalmış.” şeklinde nakleden ve meseleleri tamamen çarpıtan bir medyanın yanında mutlaka işin doğrusunu ortaya koyan ses ve soluklara da çok ciddi ihtiyaç vardır.

Ayrıca ahlâkın ve doğruluğun temsilcisi olan medya organlarının mevcudiyeti, diğer medya kuruluşlarını da daha temkinli olmaya sevk edecek,  yalan ve çarpıtma olduğunu bildikleri bir habere kolaylıkla imza atamayacaklardır. Zira yalanlarının ortaya çıkmasından korkacaklardır.

Bu sebeple, enerjimizi, halihazırdaki medyanın yanlışlarını düzeltmeye harcamak yerine, işin doğrusunu ortaya koymaya çalışmalı ve kendi işimize bakmalıyız. Farklı kanallar bulup hak ve hakikati insanlara ulaştırmaya çalışmalıyız. Herkesin kullandığı ve insanların çok rahat dolaştığı sanal ortamlarda kendi ses ve soluğumuzun da yer almasına gayret etmeliyiz. İnternetin tuşlarına dokunan insanlar karşılarında sadece yalan ve iftiralarla karşılaşmamalı, bunun yanında işin doğrusunu da görme imkânına sahip olmalıdırlar. Onlar nereye bakarsa baksın, neyi mütalaa ederse etsin, neye açılırsa açılsın yolun bir yerinde mutlaka düşüncelerini tadil edecek ve gözlerini açacak mülâhazalarla karşılaşmalarını sağlamak gerekir.

Yanlış Kanaatlerin İzalesi

Türkiye’de zannediyorum Tanzimat’tan bu yana bir kısım güçler, durumdan kendisine vazife çıkaranlar, devletin vazifesini deruhte etmiş gibi görünenler dindar kesimi baskı altına aldılar. Çok küçük bahaneler bularak sürekli onlara taarruz ettiler. Onların en masumca hak ve taleplerini karşılama konusunda çok katı ve radikal davrandılar. Bu konuda değil ahlâkî ve dinî prensipler, demokratik kurallara ve insan haklarına bile riayet etmediler. Çok küçük meseleleri kavga vesilesi yaptılar. Budan dolayı dindarlar kendilerini hep baskı altında hissettiler ve bu onların düşünce, tavır ve davranışlarına yansıdı. Kendi hayatları adına hep kuşkulu yaşadılar. Sürekli “Acaba kendimizi ifade etsek ne olur? Şu düşüncemizi dillendirsek neyle karşılaşırız?” hisleriyle oturup kalktılar. Dolayısıyla da toplumda birbirine yabancılaşan, birbirinin dilini anlamayan insanlar oluştu. Toplum, terminolojisi, konuşma tarzı, üslubu ve değerler manzumesi farklı olan sun’i kamplara bölündü.

Bu itibarla öncelikle ortaya konulan fikir ve düşüncelere değil, bunların kimden sadır olduğuna bakılıyor. Siz, ülkenin hayrı adına ortaya güzel bir proje koymuş olsanız, çok değerli fikirler öne sürseniz bile bütün bunlar kendi güzelliği ve yararlılığı içinde görülemiyor; bilakis bunları ortaya atan insanlar hakkında nasıl bir kanaat hâkimse buna göre hüküm veriliyor. Eğer birileri sizleri “falancı”, “filancı” diyerek bir yere koymuş ve size hep oradan bakıyorlarsa sizin bütün hareketlerinizi buna göre değerlendiriyorlar. Öyle ki siz Cennet’e bir merdiven koysanız ve onları oraya çıkararak bir de yarı bellerine kadar Cennet’in içine itseniz, yine de bunun arkasında bir bit yeniği arayacak, vehimlerinin esaretinden kurtulamayacaklardır.

Öncelikle bu gerçeğin görülmesi gerekir. Bugüne kadar bazı kesimler tarafından sizin hakkınızda yanlış düşüncelere girilmiş hatta bütün bütün hüsnüzan kapıları kapatılmışsa, onlar gibi düşünmedikten sonra kat’iyen sizi kabul etmeyecek ve yaptıklarınızdan da memnun olmayacaklardır. Fakat bütün bunlara rağmen bizim çok farklı damarlar bularak kendimizi anlatmaktan başka yapacağımız bir şey de yoktur. Bu konuda çok alternatifli düşünmek, yeni yeni yollar keşfetmek ve bir şekilde onların okudukları, dinledikleri ve izledikleri platformlarda yer alarak onlara kendimizi hakikatiyle tanıtmaya çalışmamız gerekir.

Bu konuda ümitsiz olmamalıdır. Biz, usûl üslup hatası yapmadan kendimize düşeni yapabilirsek bir süre sonra insanların bizi doğru bir şekilde tanıdıklarını ve kanaatlerinin değiştiğini göreceğiz. Nitekim bugüne kadar çok defa yanımıza gelip, “Biz sizi yanlış tanımışız. Sizin hakkınızda hiçbir şey bilmiyormuşuz.” diyen ve yaptıklarından dolayı özür dileyen insanlar olmuştur. Fakat onların bizim hakkımızda uzun yıllara dayanan müktesebatlarının varlığı, birdenbire ellerinin tersiyle onu itmelerinin ve yanıldıklarını kabul etmelerinin çok zor olduğu, bir iki fasılla insanlara bir şey anlatmanın mümkün olmadığı unutulmamalı, sabır ve azimle anlatmaya devam edilmelidir. Zira her şeye rağmen unutulmamalıdır ki Allah insanı kerim yaratmış, onun benliğine insaf duygusu yerleştirmiştir. İnsaf, dinin yarısı olduğu gibi insan mahiyetinin de bir gerçeğidir. Bu açıdan onlar da bir gün insafa gelebilir ve yanlış kanaatlerinden kurtulabilirler. Fakat ben, gerekli olan kanalların çok iyi kullanıldığı kanaatinde değilim.

Rıfk ve Mülayemet

İçinde yetiştiğimiz kültür, çoğu zaman bizim duygu ve düşüncelerimizi şekillendiriyor. Kendimizi birbiriyle çatışan ve kavga eden insanların arasında bulduğumuz için biz de onların yoluna giriyor ve onlar gibi davranıyoruz. Filanlar bir şey diyor, biz de onlara karşı başka bir şey diyoruz. Onlar bizim hakkımızda atıp tutuyorsa biz de kendimizce atıp tutmaya başlıyoruz. Fakat karşılıklı sürtüşmeler, gerginlikler, iğnelemeler, dokundurmalar devam edip gidiyorsa biz insanları kendimizden gittikçe uzaklaştırıyoruz demektir.

Evet, doğrular mutlaka söylenmelidir. Hakkın hatırı hiçbir hatıra feda edilemez. Hak mutlaka tutulup kaldırılmalı ve bu konuda taviz verilmemelidir. Fakat hakkın hatırını aziz tutma kadar bunu insanlara nasıl kabul ettireceğimiz de önemlidir. Takip edilecek yönteme ve kullanılacak üsluba mutlaka dikkat edilmelidir. İnandığımız değerler adına dimdik durmanın ve bu konuda çok samimi olmanın yanında akıl ve mantık ihmal edilmemelidir. Muhatapların hissiyatları hesaba katılmalı, söylenilen sözlerin, yazılan yazıların onlar üzerinde ne tür etkiler meydana getireceği daha baştan hesap edilmelidir.

Medya organlarını sırf boşalma ve rahatlama adına kullanma, canımızı acıtanlardan bu yolla hınç almaya çalışma, intikam peşinde koşma, bize bir iğne batırdıklarında çuvaldızla mukabelede bulunma, bize atılan taşları fazlasıyla iade etme gibi tavır ve davranışlarla hiçbir yere varılamaz. Ülkenin korunması mevzubahis olduğunda, düşmanla yaka paça olunduğunda dik durma takdir edilecek bir davranıştır. Bunun aksi zaaf ifade eder. Fakat hususiyle günümüzde maddi kılıcın kınına girdiği bir dönemde kendi değerlerimizi anlatırken insanlığa ve insafa sığınmak gerekir. Meseleler vicdan mekanizmasına havale edilerek ele alınmalıdır. İnsan mutlaka kendisini frenlemesini bilmeli ve birilerine söz yetiştirme mantığıyla mukabelede bulunmamalıdır. Hissî ve fevrî hareketlerden uzak durmalıdır.

Başkaları nasıl hareket ederse etsin biz, saldırana saldırmayla, feveran edene feveranla, köpürmeye köpürmeyle mukabelede bulunmayalım. Dik duralım ama dikleşmeyelim. Bize saldıranları dediklerinden ve yaptıklarından vazgeçirecek, pişman edecek ve hatta utandıracak ölçüde yumuşak olalım. Konuşmadan, yazmadan önce düşünelim, taşınalım.  Bir düşünceyi, bir mülâhazayı kafamızda on defa evirip çevirelim. Dahası mutlaka başkalarıyla istişare edelim ve kolektif şuura sığınalım. Bütün bunlara dikkat ettiğimiz hâlde yine de olumsuz bir tepki alırsak, “Ne yapalım kaderimiz böyleymiş.” diyelim.

Gündem Belirleme

Maalesef çoğu zaman başkalarının belirlediği gündemlerin arkasından koşuyor ve sürekli savunma pozisyonunda kalıyoruz. Enerjimizi birilerine cevap yetiştirmekle tüketiyoruz. Bu durumdan kurtulmalı, başkalarının gündemini takip eden değil, gündem belirleyen olmalıyız. Fakat şunu da ifade etmek gerekir ki gündem belirleme kolay ve basit bir iş değildir. Bir gündemle ortaya çıkmadan önce onun ne getirip ne götüreceği çok iyi hesap edilmelidir. Ortaya atılan meseleyle ilgili yapılacak yorumların, söylenecek sözlerin, ileri sürülecek eleştirilerin nazar-ı itibara alınması ve aynı zamanda bütün bunlara nasıl mukabelede bulunulacağının da belirlenmesi gerekir.

Bazen siz bir gündem ortaya atarsınız ve umumun efkârını onun etrafında toplarsınız. Fakat sonrasında onu müdafaa edecek argümanlarınız zayıf olduğundan ve verecek alternatif cevaplarınız hazır olmadığından ötürü onun altında kalır ezilirsiniz. Yani bir mânâda taarruz edeyim derken müdafaa sistemlerinizin yetersizliğinden dolayı yenik düşersiniz. Gündem belirlemeye çalışırken, kendilerini karşı tarafa konumlandıran insanların eline taarruz fırsatı vermemek gerektir.

Gündem belirlenirken, halkın büyük çoğunluğunun “evet” diyeceği ve ülke menfaatleri açısından faydalı bulacağı konular ortaya atılmalı ve onların müzakere edilmesi sağlanmalıdır. Maşeri vicdan meseleye sahip çıkmalı ve arkasında durmalıdır. Bunun için de toplumun çok iyi tanınması, genel hissiyatın ve efkârın hesaba katılması gerekir. Zihinlerde şüphe oluşturacak, yanlış anlamaya sebebiyet verecek ve toplum içinde gerginlik hâsıl edecek gündemlerden uzak durulmalıdır. Yemek servisinin bile bir usûlü olduğuna göre, yüksek mefkûrelerin ve yüce değerlerin insanlara sunulmasında mutlaka bir sağlam bir usûl takip edilmelidir.

Medyayla Meşguliyette Ölçü

Soru: Medyayla meşgul olmada ve gündemi takip etmede temel ölçü ve kriterler ne olmalıdır?

Cevap: Bir insanın içinde yaşadığı dünyayı iyi bilmesi ve tanıması adına bir yere kadar aktüel konulardan haberdar olması gerekir. Hiç şüphesiz bunun en pratik yolu da televizyon, gazete, dergi ve internet gibi medya organlarını takip etmektir. Medya kuruluşları, cereyan eden hâdiselere muttali olmayı sağlamanın yanında, herhangi bir alanda bilgiye ulaşmayı da oldukça hızlı ve pratik hâle getirmiştir. Özellikle internet sayesinde insan, ihtiyaç duyduğu bilgileri kolayca elde edebilmekte, araştırma ve incelemelerini hızlı bir şekilde gerçekleştirebilmektedir.

Medya ve Günah Deryaları

Fakat mesele bu kadar basit değildir. Zira medya organları insanları bilgilendirmenin, güncel gelişmelerden haberdar etmenin yanında pek çok olumsuzluklara da kapı aralamakta, insanı alıp fenalıklara sürükleyebilmekte, levsiyâta batırabilmektedir. Yani medya organları bir taraftan meleklerin ağzı, dili gibi vazife görürken, diğer yandan da şeytanların tuzağı gibi çalışmaktadır. İnsan bunlar vasıtasıyla kendisi için faydalı olacak bir kısım bilgilere ulaşabildiği gibi, aynı zamanda günah deryalarına da açılabilir. Siz Kâbe yollarına açıldığınızı zannedersiniz fakat önünüze öyle menfezler, öyle koridorlar çıkar ki, sizi alıp bambaşka vadilerde dolaştırmaya başlar.

Farklı bir ifadeyle, medya vasıtalarını ülkede ve dünyada olup bitenleri öğrenme, belgesel izleme, farklı konular hakkında bilgi sahibi olma, ilim ve irfan hayatınıza zenginlik kazandırma gibi niyetlerle kullandığınızda elbette bunlardan ciddi istifade edebilirsiniz. Fakat çoğu insan bu konuda kendisini frenleyemez. Bir kere Nil’e veya Dicle’ye açıldıktan sonra bakar ki bunlar daha başka kollara da ayrılıyor. Bu defa oralara girer ve bu kollar onu hiç farkına varmadan alır başka yerlere götürür. Bu itibarladır ki mutlaka bu konuda bir kısım ölçü ve disiplinlere riayet edilmesi gerekir.

Evet, gazeteleri elinden düşürmeyen, internetin başından ayrılmayan bir insan dinî prensipler açısından kendisiyle tenakuzlar yaşayabilir. Zira gazete sayfalarında veya internet sitelerinde bir kısım çirkin tablolarla karşılaşabilir. Bunlar yüzünden gözünü, kulağını, ağzını, gönlünü kirletip kendi dünyasından uzaklaşabilir. Sahip olduğu değerlere bağlı kalamayabilir. Günah deryalarına yelken açar da sonrasında geriye dönmeye güç yetiremeyebilir. Nitekim günümüzde üslupların nasıl bozulduğunu, düşüncelerin nasıl kirlendiğini, insanların nasıl endazesiz hâle geldiğini, sürekli ifrat ve tefritler arasında gel-git yaşadıklarını, ölçüsüzlükleri esefle müşahede ediyoruz. İşte bütün bunlardan uzak kalmanın yolu, işin en başında neye ne kadar el uzatacağını iyi belirleme ve belli disiplinlere bağlı kalmadır.

Günümüzde internetin ve diğer medya organlarının dünya kadar faydalarının yanında pek çok zararlarının da olduğu uzmanlar tarafından da ısrarla ifade edilmektedir. İnternete ulaşımın çok kolay hâle gelmesi ve onun hemen herkes tarafından kullanılmaya başlanması pek çok fenalığı ve suiistimali de beraberinde getirmiştir. Mesela insanlar en değerli vakitlerini onun başında israf etmeye başlamışlar, onun yüzünden nice yuvalar sarsılmış, magazin adı altında insanların özel hayatlarının mahremiyeti ihlâl edilmiş, ahlâk zedelenmiş ve toplum dejenere olmuştur. Günahlara ve kötü şeylere ulaşımın bu kadar kolay hâle geldiği bir ortamda bu tür zararların olması da tabiidir. Zira nefis insana sürekli kötülüğü emrettiği gibi, şeytan da insanı sürekli bohemliğe çağırmaktadır.

Televizyon, internet gibi vasıtaları kullanan bir insanın iradesine hâkim olması, duracağı yeri bilmesi ve bunları sadece faydalı istikamette kullanması, sağlam irade isteyen bir husustur. Bu açıdan keşke bu tür medya organlarıyla ilgili bir kısım kurallar vaz edilebilse ve bu konuda toplum çapında bir mutabakatın sağlanması temin edilebilse. Gerekirse insanları kötülüklere götürecek, toplumu dejenere edecek ve aileleri erozyona uğratacak yollar kapatılsa veya bu konuda bir kısım tedbirler alınsa. İnsanları yanlış yerlere götürecek sitelere veya kanallara girilmesine fırsat verilmese. Günümüzde çoluk-çocuk demeden herkesin internetle ciddi meşgul olduğu, herkesin her şeye ulaşabildiği bir dönemde bu konuda bir kısım kuralların ve disiplinlerin ortaya konulmasına ciddi ihtiyaç vardır. Birilerinin bu tahribata ve bozulmaya “dur” demesine ihtiyaç vardır. Fakat böyle bir düzenlemeye bizim gücümüz yetmeyeceği gibi belki devletin bile gücü yetmeyecektir. Bu açıdan keşke bu meseleler uluslararası arenalarda ele alınabilse ve bir kısım düzenlemelere gidilse.

Medya ve Zihin Dağınıklığı

Öte yandan aktüel mevzuların yakın takibe alınması, meydana gelen her olayın teferruatına kadar öğrenilmesi, hâdiselerin arka planlarına nüfuz edilmesi herkes için gerekli bir uğraş değildir. Çünkü bunların birçoğunun insanın şahsî hayatı, ailevî hayatı, toplum hayatı ve dinî hayatı adına hiçbir faydası yoktur. Fayda bir yana çoğu zaman bu tür mecralar insanları farklı günahların içine çekmektedir. Mesela bazen onları dedikoduya ve gevezeliğe alıştırmakta, bazen de malumatfuruşluk yaptırmaktadır. Yani insanlar, “Maşaallah bu da bir şeyler biliyormuş. Mürekkep yalamış bir insanmış.” dedirtmek için konuşmakta veya bir şeyler karalamakta, bir nevi medya vasıtasıyla kendilerini anlatmakta, kendilerini pazarlamaktadırlar.

Ayrıca insanlar aktüel mevzuların içine fazla daldıklarında asıl yapmaları gerekli olan önemli işleri ihmal etmekte, onlardan uzaklaşmaktadırlar. Çünkü şurası bir gerçek ki herkesin sahip olduğu belirli bir kapasite vardır. Eğer siz sınırlı bir kapasiteye sahip olan beyninize birçok lüzumsuz ve boğucu malumat yükler ve onu sadece aktüaliteye kilitlerseniz, onun daha faydalı işlerdeki ve alanlardaki fonksiyonunu daraltmış olursunuz. Öğrenilmesi gereken daha faydalı bilgilerden onu mahrum edersiniz. Sınırlı miktardaki enerji ve kapasitenizi bu tür mecralarda tüketirseniz, asıl yapmanız gereken hizmetleri yapmaya imkân bulamazsınız.

Size kendi bildiğim alandan bir misal vereyim. Mesela hafızlık çalışan bir insanın günlük ezberleme kapasitesi vardır. Eğer böyle bir insana kısa sürede hafızlığını tamamlatmak için ekstra yük yükler, mesela günlük beş sayfa ezberleyebilecek bir insana yirmi sayfa ezberletmeye kalkarsanız onu sürmenaja itmiş ve ezberlemesi gereken beş sayfadan da mahrum bırakmış olursunuz.

Bu açıdan insan, öncelikle sahip olduğu kapasitenin farkında olmalı, bunu yerinde kullanmaya çalışmalı, medyayla meşguliyetini mutlaka bir sisteme ve belirli disiplinlere bağlamalıdır. O, bazı şeyleri görse veya haberdar olsa bile görmemezliğe gelmelidir ki dağınıklığa düşmesin. Zira bazı şok olaylarla yaralanmış, zedelenmiş veya insanı hipnoz edici hâdiselerle büyülenmiş zihinlerin üretken ve doğurgan olması, ortaya hayırlı bir kısım icraatlar koyması çok zordur. Bu açıdan bizim için lüzumlu olmayan meseleler üzerinde çok durmamalı, onlara konsantre olmamalıyız.

Ayrıca aktüaliteye dair bilgiler sadece sizin korteksinize girmekle ve orayı meşgul etmekle de kalmaz. Sizi alıp farklı vadilerde dolaştırır. Gecenizi götürür, gündüzünüzü meşgul eder. Hatta bazen duygu dünyanızı, his âleminizi ve kalb hayatınızı alt üst eder. Arkadaşlarınızla bir araya geldiğinizde faydalı eserler müzakere edeceğinize, okuduğunuz, gördüğünüz meselelerin yorumlarıyla meşgul olursunuz. Lüzumsuz meseleleri konuşmak suretiyle başkalarının da zamanını çalarsınız.

Şurası da muhakkak ki insanın maddî vücudunda mikroplara karşı zırhlar ve sütreler oluşturmak suretiyle vücudu onların saldırısına karşı koruyan bir bağışıklık sistemi olduğu gibi, insanın ruhî yapısının da kendine göre bir bağışıklık sistemi vardır. Bu bağışıklık sistemi insanı üzücü, incitici ve moral bozucu bir kısım olumsuz hâdiselere karşı ruhen çökmekten, stres ve depresyona girmekten korur. Fakat bunun da belirli bir sınırı vardır. Eğer siz sürekli medyanın olumsuz haberleriyle meşgul olursanız moraliniz bozulmadan ve ümitsizliğe düşmeden dimdik ayakta kalamazsınız. Bir yerde sürekli gülleler ve bombalar patlıyor, her taraftan size taarruz ediliyor ve siz de sürekli bunun ortasında yer alıyorsanız, “Bunların bana ne zararı var ki! Ben vazifemi yapmaya bakarım.” diyemezsiniz. “Onlar yalanlarıyla, çarpıtmalarıyla, karalamalarıyla kendi karakterlerinin gereğini yapıyorlar.” diyerek işin içinden sıyrılamazsınız. Bir süre sonra bu sistem çöker ve ruhen hırpalanmaya başlarsınız. Bağışıklık sistemi arızalı veya çökmüş olan bir ruhun, işlerinde başarılı olacağı ve ciddi bir hizmet ortaya koyacağına ihtimal verilemez. Dolayısıyla bütün bu meselelerde kendimizi bir kere daha gözden geçirmemize ihtiyaç vardır.

Evet, günümüzde medyanın çok önemli hâle geldiği ve pek çok açıdan bizi alâkadar ettiği doğrudur. Fakat medyayla ilgili yapılması gereken işleri herkes yapamayacağı gibi, işi bu olmayan insanların bu alanla fazla meşgul olmaları, teferruatına kadar medyaya ait bütün haberleri öğrenmeye çalışmaları da onları dağınıklığa düşürecektir. Dolayısıyla burada Üstad Hazretlerinin dile getirdiği “amellerin taksimi” düsturunu hayata geçirmek ve bu alanda yapılması gereken işleri sahanın uzmanlarına bırakmak gerekir. Elbette bulunduğu konum itibarıyla gerek ülkede gerekse dünyada olup biten hâdiseleri bilmesi ve buna göre bir kısım stratejiler belirlemesi gereken insanlar, bir yere kadar bunlardan haberdar olacaklardır. Fakat herksin medyayı yakından takip etme konusunda ısrarcı olması, gazete ve internet başında saatlerini heba etmesi doğru değildir.

Medya ve Zaman İsrafı

Hiç şüphesiz aktüel mevzularla ve medyayla meşguliyetin günümüzdeki en büyük zararlarından birisi zaman israfıdır. Çünkü günümüzde gazete ve televizyonların sayısının artması, internet sitelerinin çoğalması ve sosyal medyanın gelişmesiyle birlikte insanı cezbeden pek çok şey yayınlanmaya başlamıştır. Buralarda yayınlanan bütün haberlerin, yorumların, köşe yazılarının vs. takip edilmesi ise insanların vaktinin mühim bir kısmını alıp götürmektedir. Öyle ki bazıları bunlar yüzünden namazlarını aksatmakta veya onları aradan çıkarma mülâhazasıyla hızlıca kılmakta, duaya ve evrad u ezkara yeteri kadar vakit ayıramamakta, sorumlu olduğu hizmetlerin hakkını verememektedir. Böylece o, farkında olmadan Cenâb-ı Hak’tan gelecek olan varidata karşı kendi kapılarını, pencerelerini kapatmaktadır.

Hâlbuki bir insanın hizmet alanının genişliği ölçüsünde Cenâb-ı Hak’la münasebetleri de güçlü olmalıdır. Böyle birisi ibadetlerine, dua hayatına ve manevî beslenmesine daha çok önem vermelidir. Belki sıradan bir insan farzlarını eda edip büyük günahlardan kaçındığında Allah’a karşı kulluğunu eda etmiş olur. Fakat üzerinde, Allah’ın bir kısım hususi nimetlerinin olduğu insanlar, bu nimetler ölçüsünde O’na teveccüh etmekle mükelleftirler. Yani herkes Cenâb-ı Hakk’ın kendisini çıkardığı helezonun basamaklarına göre bir kulluk sergilemelidir. Dolayısıyla böyle bir helezonun üstünde bulunan bir insan tabandaki birisi gibi sadece farzları yapmakla vazifesini yaptığını düşünemez. Onun sahip olduğu bilgi ve nail olduğu nimetler ölçüsünde ibadet hayatında da daha derin olması gerekir. İsterseniz buna “sübjektif mükellefiyet” diyebilirsiniz.

Ne var ki günümüzde aktüalite, insanları öylesine kendi çeperi içine almıştır ki asıl meşgul olunması gereken önemli mevzular aradan çıkarma nev’inden eda edilmektedir. Dua, tazarru, teveccüh, yakarış, sızlanış suretiyle Rabbimize vereceğimiz zamanda cimrilik yapıyor fakat öte tarafta telefonu elimize aldığımızda, bilgisayarın karşısına geçtiğimizde veya aktüel mevzuları konuşmak üzere birileriyle bir araya geldiğimizde zamanımızı cömertçe kullanmaktan sakınmıyoruz. Bir çayın başında saatlerimiz kaynayıp gidiyor ve biz maalesef buradaki korkunç israfı göremiyoruz.

Bu itibarla, bir araya geldiğimizde vaktimizi aktüaliteyle öldürmemeliyiz. Sürekli sohbet-i canan demeli ve ısrarla müzakere üzerinde durmalıyız. Hatta bazı meseleleri görüşmek üzere istişare niyetiyle bir araya geldiğimizde bile, istişare yapılması gereken mevzuu unutacak ölçüde vaktimizin büyük bölümünü bize Rabbimizi tanıtacak, kulluğumuzu gözden geçirmemize vesile olacak belli eserlerin okunmasına ve anlaşılmasına ayırmalıyız. Öyle ki kalkıp giderken birisi, “Arkadaşlar, görüşülmesi gereken bir mevzu vardı, onu unuttuk.” demeli. Çünkü bizim asıl meşgul olmamız gereken mesele budur. Biz, sürekli hâle getireceğimiz müzakerelerle nefsimizin muhasebesini yapmalı, samimiyetimizi gözden geçirmeli ve gafleti üzerimizden atmaya çalışmalıyız.

Yoksa siz hangi meseleyi görüşmek için bir araya gelmiş olursanız olun, eğer bir netice alıp alamayacağınız şüpheli olan bir konu etrafında saatlerce konuşuyor, belki bir sürü dedikodu yapıyor fakat Cenab-ı Hakk’a teveccüh etme, O’na olan imanınızı bir kere daha tazeleme ve O’nu daha yakından tanıma adına hiçbir şey yapmadan kalkıp gidiyorsanız yaptığınız işlerin bereketini göremezsiniz. Aklî ve mantıkî açıdan önemli sonuçlara ulaştığınızı zannetseniz bile, eğer yörüngeniz ve asıl maksadınız sürekli Cenab-ı Hakk’a yaklaşma değilse, size yeminle teminat veririm ki kat’iyen yapacağınız işlerin bereketini göremezsiniz.

Velhasıl biz toplantılarımızı ve bir araya gelişlerimizi, değil gündeme dair bir kısım aktüel mevzuların konuşulması, sadece hizmete dair meselelerin istişaresiyle bile heba etmemeliyiz. Okul mu açmayı düşünüyoruz, gazete kurmayı mı planlıyoruz, bunları aradan çıkarma mülahazasıyla hızlıca görüşmeli ve asıl yoğunlaşmamız ve derinleşmemiz gereken meselelerle meşgul olmalıyız. Çünkü bizim dinimiz, Rabbimizle münasebetimiz her şeyin önünde gelir. Allah’la münasebeti, değil dünyalara ahiretlere bile değiştiremeyiz. Bütün bu konularda kendimizi bir kere daha gözden geçirmemize ve bir kere daha disipline etmemize ciddi ihtiyacımız var.

Medyanın Diğer Tahribatları

Günümüzde şöyle böyle internetle, medyayla meşgul olmayan insan kalmadı. Bu konuda en müstağni davrananlar bile en azından yemek yerken, çay içerken onunla meşgul oluyorlar. Hele bazıları var ki onların meşguliyeti ancak “tiryakilik” kelimesiyle ifade edilebilir. Bu ölçüde hayatımıza giren internetin önemli tahribatlarından birisi de onun kitapların yerini almaya başlaması ve bilgilenme vasıtası olarak vazife görmesidir. Her ne kadar o, bilgiye ulaşmayı çok kolaylaştırsa ve hızlandırsa da düşünce hayatımız ve zihin aktivitelerimiz açısından bir kısım olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir. Bu zararları, muhakemenin ve derin düşüncenin yolunu kesmesinden alın da bir kısım aklî rahatsızlıklara ve erken bunamalara kadar uzatabilirsiniz.

En basitinden insanlar bilgiye kolay ulaşabileceklerini düşündüğünden ötürü bilgi adına hafızalarına bir şey koymuyor ve hafıza tembeli oluyorlar. Bu kadar hazır bilgiyle yüz yüze gelen insanlar zamanla rahata ve kolaya alışıyor ve bu da fikir tembelliğine sebebiyet veriyor.

Diğer taraftan, -işin uzmanlarının tespitlerine göre- bu vasıtalar, insanlarda bağımlılık yapmakta, manyetik alanlarıyla zararlı olmaktadır. Bunun yanında, insan medya organlarını kullanırken tabiattan uzaklaşarak sürekli makinelerle içli dışlı olmakta ve gerçek hayattan koparak sanal âlemlere dalmaktadır. Oysaki Allah, insanı tabiat içinde, sebeplerle kuşatılmış olarak yaratmıştır. Onu tabiattan ve sebeplerden uzaklaştırdığınız zaman fıtrata aykırı bir yola itmiş olursunuz. Esasında yaşadığımız maddi ve manevi pek çok tahribatın temelinde de tabiattan uzaklaşmış olmamızın etkisi vardır.

Bu meselede bu kadar hassas davranmamızın önemli bir sebebi de günümüz medyasının sahip olduğu bir kısım negatif özelliklerdir. Onlar bu kadar çok kafaları dağıtıcı programlar yapıp, en karanlık, en çirkin ve en karmaşık hâdiseleri önümüze koyunca ve bunlar içerisinde bize selamet yolunu gösterecek, bu olumsuzluklardan nasıl sıyrılacağımızı talim edecek bilgiler vermeyince bize de bu konuda dikkatli hareket etmek düşüyor. Maalesef günümüzde birileri sürekli kamuoyu oluşturma adına hâdiseleri çarpıtıyor, insanlara gerçekleri hep başka türlü gösteriyor, meselelerin arka planını onlardan gizliyorlar. Biz de cereyan eden hâdiseleri hep asıl mahiyetlerinden farklı öğreniyor ve sarsılıyoruz. Doğru haberciliğe sadık kalan, insanları yanıltmadan, fikir dağınıklığına düşürmeden ve istikametlerini bozmadan yayın yapabilen medya kurumları olsaydı, belki de bugün medyanın verdiği zararlar çok daha asgari seviyede kalacaktı.

Maalesef günümüz medyası ahlâkî kriterleri hiçe saydığından, medya etiğine bağlı kalmadığından, halkı bilgilendirmeden ziyade propaganda aracına dönüştüğünden, bir kısım politik çıkarlar uğruna insanların onur ve haysiyetleriyle oynadığından ve her şeyi maddi sebeplere bağlı götürdüğünden ötürü, medyayla çok meşgul olmak bir süre sonra bizi de olumsuz etkilemeye başlıyor. Kendi durduğumuz zemini kaybederek başkalarının zemininde hareket ediyor ve hiç farkına varmadan ehl-i dünyanın kendi çıkarlarına göre oluşturduğu bu kaygan zeminin gereklerine göre davranmaya başlıyoruz ve farkında olmadan problemlerimizi çözme adına biz de onların kullandığı yanlış yollara sapabiliyoruz. Bir kısım neticelere ulaşmanın ancak bu yolla olacağı vehmine kapılabiliyoruz.

Medyayla meşguliyette mutlaka meselenin bu yönlerinin göz önünde bulundurulması, mevcut yanlışların kanıksanmaması ve benimsenmemesi adına dikkatli olunması gerekmektedir.

Mefkûre Muhacirleri ve Onlara Sahip Çıkan Civanmert Gönüller

Hazreti Lut’tan sonra peygamberlerin güçlü aileler arasından gönderilmesi esprisine bağlı olarak, bütün sermayeleri ihlâs ve samimiyetten ibaret bulunan günümüzün hicret kahramanları için, hizmetin şahs-ı mânevîsi bir rükn-i şedid sayılır mı? İzah eder misiniz?

Hz. İbrahim’in yeğeni olan Hz. Lut (aleyhisselâm), bugünkü Lut Gölü havzasında yer alan ve içlerinde Sodom ve Gomore’nin de bulunduğu muhite peygamber olarak gönderilmişti. Çağımızda bazı ülkelerde tecviz edilen hatta insan haklarını korumanın bir gereği gibi algılanarak hakkında kanunlar vaz’ edilen bir fiil-i müstehcen o muhitte çok yaygınca irtikâp ediliyordu. Kur’ân-ı Kerim siyak ve sibak esprisine bağlı olarak değişik âyet-i kerimelerde farklı versiyonlarıyla bu hususu anlatmıştır. Cenâb-ı Hak, onların helak edilmesinden önce bir mucize olarak Hz. Lut’a (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) melekleri göndermiştir. Melekler de bütün görkem ve çalımlarıyla gökçek yüzlü birer insan şeklinde son bir imtihan unsuru olmak üzere Hz. Lut’un yanına gelmiştir. Bu duruma şahit olan Lut’un kavmi, onlara karşı da saldırganlık tavrına girince artık söz ve nasihat bitmiş, o azgın topluluk bütün bütün imtihanı kaybetmiş ve yerin dibine batırılmışlardır. Cenâb-ı Hak gök taşlarıyla veya gökten gelen meteorlarla recm ederek onları cezalandırmıştır.

İşte bu kavim içindeki o tefessüh etmiş fertler, Hz. Lut’un yanına gelen melekleri görünce, o müstehcen fiili işlemek için ağızlarında salya, harıl harıl koşarak geldiklerinde Hz. Lut (aleyhisselâm) bu manzara karşısında şöyle demiştir:

لَوْ أَنَّ لِي بِكُمْ قُوَّةً أَوْ اٰوِۤي إِلٰى رُكْنٍ شَدِيدٍ

“Ah keşke size karşı yetecek bir gücüm olsaydı veya sağlam bir rükne dayansaydım.” (Hûd sûresi, 11/80) Her halde o büyük peygamberin yerinde kim olsa böyle söylerdi. Fakat hiç kimse bir peygamber gibi bu meseleyi bu ölçüde gayet mevzun bir şekilde vaz edemezdi. Bu münasebetle Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Lut’un orada mütecavizlere karşı acz u fakrının bir dua gibi kabul edildiğini ifade sadedinde şöyle buyurmuştur:

فَمَا بَعَثَ اللّٰهُ تَعَالَى مِنْ بَعْدِهِ نَبِيًّا اِلَّا فِي ثَرْوَةٍ مِنْ قَوْمِهِ

“Allah ondan sonra her peygamberi kavminden kalabalık bir cemaat içinde gönderdi.” (Tirmizî, Tefsir 13) Yani Cenâb-ı Hak, Hz. Lut’tan (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) sonraki peygamberleri bir kabile ve aşiret içinde göndererek, kavmi kendisine hücum ve saldırıda bulunduğu zaman, mütecaviz ve saldırganların hemen ona ulaşmasına imkân vermemiş, kabile ve aşiretiyle o peygamberi koruma altına almıştır.

Esbabın Perdedarlığı ve İnayet-i İlâhî

Meselâ İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) Mekke’de çok güçlü olan Benî Haşim’dendi. Dedesi, Abdülmuttalib, Mekke’de müşarun bi’l-benan yani parmakla gösterilen bir insandı. Abdülmuttalib’in vefatından sonra onun yerine Resûl-i Ekrem Efendimiz’in amcası Ebu Talib geçmişti. Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ) çocukluk ve gençliğini onun vesâyetinde geçirmişti. Dolayısıyla Efendimiz’e bir fiske vurma meselesi dahi bütün Benî Haşim’i ayaklandırmaya yeterdi. Bunun için Mekke müşrikleri, Peygamber Efendimiz’e (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) saldırmaktan korkuyorlardı. İşte Allah (celle celâluhu) sebepler âlemi içinde icraat-ı sübhaniyesine esbabı bu şekilde perde kılıyor ve böylece Habib-i Edib’ini himaye ve sıyanet buyuruyordu. 

Yasin Sure-i Celilesi’nin ikinci sayfasında anlatılan hadiseyi de bu mevzu ile ilgili düşünebiliriz. Burada Cenab-ı Hak, tefsirlerin çoğuna göre Antakya olduğu ifade edilen şehre iki elçi gönderdiğini ancak belde halkının bu elçileri yalanladıklarını ifade ettikten sonra şöyle buyuruyor:

فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ

“(Onları) bir üçüncü ile destekledik.” (Yasin Suresi, 36/13) Cenab-ı Hak üçüncü bir elçi göndermekle, onların kuvve-i maneviyelerini takviye ediyor ve onlara yalnız olmadıklarını göstermiş oluyor. Zira ikiye üçüncünün eklenmesi, gerektiğinde bir dördüncüsünün de gelebileceğini gösterir. Böylece onlar bu taziz sayesinde tebliğ vazifelerini daha rahat yapma imkânına kavuşmuş olurlar ki, bu da onlar için bir rükn-ü şedid sayılır. Peygamberler tarihine bakıldığında söylediğimiz bu hususa delil olabilecek daha başka misaller de zikredilebilir. Biz bu misalleri o sahanın mütehassıslarına havale edip sorunun ikinci kısmına geçmek istiyoruz.

Evet, günümüzün karasevdalıları, adanmış ruhlar da yüreklerinde insanlık aşk u muhabbetiyle dünyanın dört bir yanına seferler tertip ediyorlar. Bazen oluyor ki, bir ülkeye birkaç kişi hatta bazen tek başına bir insan gidiyor. Bunlar gittikleri ülkelerde çok farklı kültürlerin çocuklarıyla karşı karşıya kalıyorlar. Muhatapları farklı ortamlarda yetişmiş ve farklı değerleri olan insanlar. Farklı dili konuşuyor, farklı dinlere inanıyor, farklı değerleri öne çıkarıyorlar. Dolayısıyla bu insanlar farklı ortam ve farklı coğrafyalarda değişik zorluk, sıkıntı ve meşakkatlere maruz kalabilirler. İşte bu noktada soruda dikkat çekildiği üzere hizmetin şahs-ı mânevîsi onlar için bir rükn-i şedid yani yıkılmaz, sağlam bir dayanak, güvenilir bir liman olabilir. Zaten bu harekete destek veren Anadolu insanı, hatta siyasî inisiyatifi elinde bulunduran bir kısım devlet ricali gittikleri her yerde hizmet etmeye çalışan bu arkadaşlara sahip çıkmışlardır. Aynı şekilde yatırım için oralara giden, oralarda iş yapan insanlar da bu arkadaşların yalnız olmadıklarını gösterecek ölçüde onlara destek olmuştur. Böylece bu arkadaşlar, bize sahip çıkılıyor duygu ve düşüncesi içerisinde, gittikleri yerlerde kendilerini yalnız hissetmemiş, bu durum da muhatap oldukları insanlar üzerinde çok olumlu tesirler meydana getirmiştir.

Gönüllere İnşirah Salan Dil Olimpiyatları

Bu açıdan bakıldığında her yıl ülkemizde tertip edilen dil olimpiyatları da dünyanın dört bir yanında hizmet eden hizmet erleri için bir rükn-i şedid sayılabilir. Çünkü çok farklı ülkelerden gelen öğrenciler Türkçe konuşuyor, konuştukları bu dille sevgi, barış ve hoşgörü adına insanlığın özlediği ve beklediği bir manzara ortaya koyuyorlar. Halkı ve devlet ricaliyle ülkemizin insanı da bu öğrencilere ve onlara vesile olanlara yürekten sahip çıkıyorlar. Her sene daha da genişleyen bir daire içinde icra edilen bu aktivitelere eskiden sadece İstanbul ve Ankara ev sahipliği yaparken, şimdilerde Bursa, Balıkesir, Edirne, Kayseri, Konya, Van, Sivas, Denizli, Trabzon, Adana, Erzurum, İzmir, Kırklareli, Gaziantep, Diyarbakır, Şanlıurfa, Karaman, Afyon, Samsun, Mersin, Antalya, Sakarya ve daha başka iller de bu olimpiyatlara sahip çıkıyorlar. Önümüzdeki yıllarda kim bilir daha kaç vilayet bu aktivitelere kucak açacak ve böylece dünyanın dört bir yanından gelen öğrenciler, gelecek adına ümit vaad eden şiir, türkü ve şarkılarıyla içlere inşirah salmaya devam edecek. İşte içlerinde idarecilerin de bulunduğu bütün bir milletin bu işin arkasında durup ona alkış tutması dünyanın değişik yerlerinde hizmet veren arkadaşların kuvve-i mâneviyesini takviye edecek ve onlar için bir moral ve güç kaynağı olacaktır.
Mevzu ile alâkalı ayrı bir husus olarak şunu da ifade etmek istiyorum: Seyyidina Hz. Lut’un

لَوْ أَنَّ لِي بِكُمْ قُوَّةً أَوْ اٰوِۤي إِلٰى رُكْنٍ شَدِيدٍ

sözünden hareketle şöyle bir sonuca ulaşabiliriz: Allah yolunda mücahede ve mücadelede bulunan herkes mutlaka arkasını sağlam bir dayanağa dayamalıdır. Zira kuvve-i mâneviyenin takviye edilmesi ve muhatapların güveninin kazanılması adına bu güveni verebilecek bir kuvvet kaynağının, bir dinamonun bulunması çok önemlidir. Meselâ dünyanın dört bir yanında hizmet veren eğitim müesseselerini Türkiye’deki idarecilerin samimi ve gönülden ziyaret ve destekleri, bu fedakâr insanların her zaman arkalarında olduklarını ifade etmeleri, aktivitelerine iştirak etmeleri şimdilerde zılliyet planında bir dünya hâdisesi hâline gelmiş bu hareket için çok önemli bir takviyedir. Hiç şüphesiz bir mü’min için en büyük dayanak Cenâb-ı Hakk’ın havl ve kuvveti, kudret ve inayeti, riayet ve kilaetidir. Fakat unutulmaması gerekir ki, esbab dairesi içinde bulunuyoruz ve sebeplere riayetle mükellefiz. Dolayısıyla esbabı görmezlikten gelemeyiz.

Bu arada şunu ifade edeyim ki, her ne olursa olsun, biz kendi duygu ve düşüncemizi, ruhumuzun ilhamlarını başka gönüllere duyurmaya çalışırken kesinlikle iddiadan içtinap etmeli, dayatma arzu ve temayülünden mutlaka kaçınmalı ve hatta dayatma gibi algılanabilecek tavır ve davranışlardan uzak durmalıyız. Fevkalâde yumuşak bir üslûpla, duygu ve düşüncelerimizi muhataplar tarafından hüsnükabul görecek tarzda sunmaya dikkat etmeliyiz. Hatta bizim onlara vereceğimiz güzel ve faydalı şeyler yanında onlardan da alacağımız, istifade edeceğimiz bir kısım güzel ve faydalı şeylerin olduğunu/olacağını unutmamalıyız. Zira günümüzde küreselleşen dünyada değişik coğrafyalarda çok önemli şeyler inkişaf etmiş ve gelişmiş olabilir. Başkalarından alacağımız farklı fikir ve değerlendirmeler, duygu ve düşünce dünyamızda bizi yeni terkiplere götürebilir. O hâlde bize düşen insanlığa faydalı olabilecek her türlü güzelliği alıp onlardan istifade etmeye çalışmak olmalıdır.

Gül Alınıp Gül Satılan Pazar Yerleri

Kendi güzelliklerimizi gönüllere duyurma meselesine gelince, bu güzellikleri hâlimizle, eğitim sistemimizle, kültür lokallerimizle ve varsa yayın organlarımızla arz edip ortaya koymaya çalışırız. Güzellik teatisinde bulunurken bu durumu âdeta herkesin elindekini teşhir edebileceği bir pazar yeri hâline getirme gayreti içinde oluruz. Böylece müşterisini bulan kıymet ve değerler, talebe bağlı olarak insanlara ulaşmış olur. Yoksa geçmişten tevarüs edilen değerler mecmuasını başkalarına dayatma, dayatıp tepeden bakma mülâhazasıyla meseleleri sunma kat’iyen doğru değildir. Hiçbir zaman hatırdan çıkarılmaması gerekir ki, sizin değerleriniz muhataplarınızın çok ciddi ihtiyaç duyduğu bir keyfiyette olsa da, üslûp hatası yapıldığı takdirde, dıştan gelen her türlü güzelliğe karşı insanlar tepki verir, tepki gösterir. İşte böyle bir tepkiye sebebiyet vermemek için karşılıklı alışverişte bulunuyor gibi, bir taraftan başkalarından alacağımız güzel ve faydalı şeyler olduğunu unutmamalı, diğer taraftan da teşhir edeceğimiz güzellikleri muhatabın hoşnutluk ve kabulüne bağlı sunmalıyız.

Aslında küreselleşen bir dünyanın böyle bir etkileşime çok ciddi ihtiyacı vardır. Zira neticesi gidip kavgaya dönüşebilecek anlaşmazlık ve uzlaşmazlıkları ancak karşılıklı kültür alışverişinde bulunmak suretiyle engelleyebilir; engelleyip insanlık çapında bir sulh atmosferi oluşturabiliriz. Farklı kültür ve medeniyetler arasında bu türlü diyalog köprüleri ve sıcak bir ortam oluşturulmadığı takdirde, farklılık ve uyuşmazlıklar insanlığı, telafisi mümkün olmayan kavga ve savaşlara sürükleyebilir. Günümüzde ortaya çıkacak böyle bir kavga ve vuruşma ise, ne birinci ne de ikinci cihan harbine benzer. Hiç şüphesiz böyle bir savaş, çok daha öldürücü ve tahrip edici olur. Zira atom bombası veya hidrojen bombasıyla yapılan bir harbin galibi olmaz. Böyle bir savaş bütün bir insanlığın sonu demektir.

İşte böyle bir tehlikeye karşı insanlığı korumak için; farklı anlayış ve kültürler arasında barış köprüleri oluşturmak, bazı şeyleri onlara ulaştırmanın yanında onlardan da bazı şeyleri almak ve böylece farklı toplum ve kültürlerin birbirine karşı yabancı ve vahşi olmadıklarını göstermek gerekir. Bu yapılabildiği takdirde farklı kültür ve anlayışlar arasında kavgaya götürücü ve ciddi anlaşmazlıklara sebebiyet verici farklılıkların bulunmadığı ortaya konmuş, yumuşama ve uzlaşmaya çok ciddi ihtiyaç duyulduğu bir dönemde insanlık adına çok önemli ve hayatî bir hizmet gerçekleştirilmiş olacaktır.

Mefkûre Yolculuğu

M. Fethullah Gülen Hocaefendi yerel sınırları aşan ve küresel vizyona ulaşan birkaç âlimden birisidir. Onun fikirleri ve aksiyonu, dünyanın dört bir tarafında insanlığa hizmet eden farklı kuruluşların varlık sahnesine çıkmasına sebep olmuştur. Mefkûre Yolculuğu isimli bu çalışma, hadisten fıkıha, tefsirden kelama 80 yıla yaklaşan bu sıra dışı birikimi sade ve anlaşılır bir dille günümüz insanına sunuyor.

Bu Kitabı Satın Alın

Mekânın Velûdiyeti

Aslîyet planında Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî'nin apayrı bir velûdiyet ve berekete sahip oldukları ifade ediliyor. Günümüzde de zılliyet planında bazı mekânların emsallerine göre ayrı bir bereket ve doğurganlığa sahip oldukları söylenebilir mi? Bu açıdan mekânın velûd olmasını nasıl anlamalı ve bu hususiyeti mekânın hangi unsurlarında aramalıyız?

Melek edalı nefis: Nefs-i mutmainne

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) okunmasını tavsiye buyurduğu duaların birisinde,

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ نَفْسًا بِكَ مُطْمَئِنَّةً تُؤْمِنُ بِلِقَائِكَ وَتَرْضَى بِقَضَائِكَ وَتَقْنَعُ بِعَطَائِكَ

“Allah’ım! Senden, Sana kavuşacağına inanan, hükmüne razı olan, verdiklerine kanaat eden ve Seninle itminana ermiş bir nefis istiyorum” (et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 8/99) buyurmuştur. Bu yüce ve yüksek duadaki “itminana ermiş nefis” ifadesinden anlaşılması gereken nedir, izah eder misiniz?

Cevap: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde,

أَعْدَى عَدُوٍّ لَكَ نَفْسُكَ الَّتِي بَيْنَ جَنْبَيْكَ
Senin en büyük düşmanın mahiyetindeki nefsindir.” (ed-Deylemî, el-Müsned 3/408)

buyurmak suretiyle kendisine karşı asıl tavır alınması ve mücadele edilmesi gereken en çetin düşmanın nefis olduğuna dikkat çekmiştir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka bir zaman düşmanla yaka paça olduktan sonra Medine’ye dönerken, “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” buyurmuş, büyük cihadın ne olduğu sorulduğunda ise O, “Nefisle cihad.” cevabını vermiştir. (Bkz.: el-Beyhakî, ez-Zühd 1/165; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 13/523) Çünkü insanın, karşısında açıkça gördüğü düşmanla mücadelesine nispetle, iki kaşı arasına gizlenmiş, her an hücum fırsatı kollayan sinsi bir düşmanla mücadelesi daha zordur. Hem düşmanla yapılan cihadda, her ne kadar savaşma, vuruşma gibi maddî zorluklar olsa da, muzaffer olma neticesinde ganimet ve benzeri kazançların peşin olarak dünyada elde edilme ihtimali vardır. Fakat nefisle mücadele etme, onu yenme, aşma ve bertaraf etme neticesinde insana vaat edilen mükâfatlar büyük çoğunluğu itibarıyla hâlihazırda mevcut olmayıp ahirete bağlanmıştır. İnsan tabiatı ise,

كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْاٰخِرَةَ
“Hayır, doğrusu siz şu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz, onun için ahireti terk edip durursunuz.” (Kıyâme, 75/20-21)

âyet-i kerimesinde ifade buyrulduğu üzere peşin ve günübirlikçi mükâfatlara perestiş eder. Evet, insan sa’y u gayretinin neticesini hemen elde etmek, çalışmasının ücretini çarçabuk almak ister. Bu açıdan i’lâ-i kelimetullah adına yapılan cihad gerçekte küçük olmasa da, büyük cihada nispeten küçük kalmaktadır.

Nefis mertebeleri ve nefs-i levvame

Bilindiği üzere, insanın amansız düşmanı olan nefis, potansiyel olarak insan için çok zararlı olsa da, değişim ve yükselmeye açıktır, terbiye edilebildiği takdirde insanı Allah’tan uzaklaştıran değil, onu Allah’a yaklaştıran bir bineğe dönüşür. Mesela

وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
“Hayır hayır, kasem ederim sürekli kendini kınayan o nefse!” (Kıyâme, 75/2)

âyet-i kerimesinde beyan buyrulan nefis, böyle bir değişim ve terakkinin ilk adımını atmış, ilk açılımını gerçekleştirmiş nefsi ifade eder. Bu nefis, her ne kadar, zaman zaman hata ve günahlara girse de, yaptığı kötülük ve günahtan dolayı kendini kınar, sorgular, içine düştüğü levsiyattan çıkma yolları araştırır, tevbe ve istiğfara yönelir ve bir daha da aynı hata ve günahlara düşmemek için alternatif mücadele şekilleri geliştirir. İnsanın, “nefs-i emmare”nin sultasından kurtulup hata ve günahları karşısında kendisini kınayan “nefs-i levvame” mertebesine geçmesi nefsin tezkiye ve terakkisi adına çok önemlidir. Çünkü bu ilk adım, nefsin diğer mertebelerine ulaşma adına bir açılma noktasıdır. İnsan nefsinin mertebe mertebe “nefs-i mutmainne”ye yükselmesi, nefs-i mutmainnenin, nefs-i râdiye (Hakk’ın takdir ve hükümleri karşısında hep rıza soluklayan nefis), nefs-i mardiyye (kendisinden razı olunan nefis) ve -eğer bu dünyada mümkünse- nefs-i safiye veya nefs-i zekiyyeye ulaşması da ilk olarak “nefs-i emmare”nin “nefs-i levvame”ye açılmasından geçmektedir. Nasıl ki, merkezdeki küçük bir açı muhit hattında kocaman bir açı meydana getiriyorsa, nefis adına küçük de olsa merkezdeki böyle bir açılım çok önemlidir ve bir o kadar da zordur. Çünkü bunun sağlanması için bir değişimin gerçekleştirilmesi; bir diğer ifadeyle eskinin silinmesi, geçmişe veda edilmesi, o güne kadar alışılagelen şeylerin elin tersiyle itilip yeni bir yola girilmesi gerekmektedir.

İşte günah ve hatalar karşısında kendini kınayan, sorgulayan ve bir daha da o günahlara düşmeme konusunda mücadele azmi ve iradesi sergileyen nefis, bu mücadelesini sürdürdüğü takdirde, kalb ve ruh ufku semasında pervaz edip kanat çırpabilecek “nefs-i mutmainne” mertebesine yükselmiş olur.

İtminana ermiş nefsin vasıfları

Nefs-i mutmainne, itminana ermiş, iman ve irfan ufku açısından tam oturaklaşmış, Allah’ın (celle celâluhu) rıza ve hoşnutluğundan başka her şeye kapılarını kapatmış, farklı alternatif arayışlardan da kesilmiş nefis demektir. Beyhude arayışlardan kurtulmuş böyle bir nefis artık hep O’na müteveccih yaşar,  ömrünün dakika ve saniyelerini bile O’nun rızası istikametinde değerlendirir ve hep O’nun takdir ve hükümleri karşısında rıza soluklar. Bir insanın içinde Cenâb-ı Hakk’ın icraat-ı sübhaniyesi karşısında razı olma duygusu varsa bu aynı zamanda Allah’ın (celle celâluhu) ondan razı olduğunun da bir göstergesidir. Bu açıdan bazı muhakkiklere göre nefs-i râdiye ve mardiyye, nefs-i mutmainnenin açılmış iki kanadı mesabesindedir. Allah’tan razı olan ve Allah’ın da kendisinden razı olduğu böyle bir insan için artık ister celâlden cefa gelsin isterse de cemalden vefa gelsin fark etmez. O, her ikisini de safa diye bağrına basar. Ayrıca o, “Hel min mezid – Daha yok mu?” yolcusu olması itibarıyla sürekli mârifetini artırmaya ve kendisine ait farklı uzaklıkları aşarak O’na karşı yakınlık mukabelesinde bulunmaya çalışır.

Allah’a kavuşacağına iman, rıza ufku ve kanaat

Bu açıdan Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mezkûr duasında, başta itminana ermiş nefis istedikten sonra duanın devamında O’nun böyle bir nefsin derinlikleri veya kanatları diyebileceğimiz bazı vasıfları da talep ettiğini görmekteyiz.

Şöyle ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), duada nefs-i mutmainne istedikten hemen sonra تُؤْمِنُ بِلِقَائِكَ ifadeleriyle bu nefsin er geç Allah’a kavuşacağına inanan bir nefis olmasını talep ediyor. Çünkü yürüdüğü yolun, aksine ihtimal vermeyecek şekilde Ebedî Zât’a ulaştıracağına inanması, likaullah arzu ve iştiyakıyla yanıp tutuşması, oturup kalkması insanın içinde derin ve sarsılmaz bir itminan hâsıl edecektir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ikinci olarak وَتَرْضَى بِقَضَائِكَ sözleriyle itminana ermiş bu nefsin aynı zamanda Allah’ın kazasına rıza göstermesini istiyor. Bazı âlimler kazayı, Cenâb-ı Hakk’ın ezelde ilm-i ilâhîsinde taayyünat çerçevesinde bazı şeyleri belirlemesi olarak tarif etseler de, usûlüddin ulemasının çoğunluğuna göre o, levh-i mahv ve ispatta takdir edilmiş ve yazılmış olan kaderin, mevsimi gelince infaz edilmesi demektir. İnsanın sergüzeşt-i hayatında maruz kaldığı hâdiseler, zâhirî yüzleri itibarıyla bazen iyi bazen de kötü olabilir. Fakat insan, niyetiyle Allah’ın kaza buyurduğu şeylerin tamamını hayra çevirebilir. Mesela maruz kaldığı belâ ve musibetleri, sabır ve rıza duygusuyla; nail olduğu nimet ve başarıları da şükür ve hamd duygusuyla karşılayan bir insan bunları kendisi hakkında hayra çevirmiş olur. Fakat insan, celâlinden cefa geldiği zaman şikâyet eder ve kadere taş atar, cemalinden vefa geldiği zaman da nankörleşir ve bunu kendisinden bilirse, bu sefer de bu onun hakkında şer olur. Yani nimet ve nıkmetin insan hakkında şer veya hayır olması, biraz da insanın bunlar karşısındaki duruşuyla ilgilidir. Dolayısıyla insanın, Allah’ın (celle celâluhu) kendisi hakkında takdir ve kaza buyurduğu her şeyden razı olması çok önemlidir.

Son olarak Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) وَتَقْنَعُ بِعَطَائِكَ sözleriyle, Allah’tan, kendisi hakkında takdir buyurmuş olduğu, kendisine ihsan ettiği her şeye karşı kanaat hissi vermesini istiyor. İnsanın kanaat etmeyip hırs göstereceği yer de vardır. Ama bu, sadece Allah’a iman ve O’nun rızası mevzuuyla alakalıdır. Bu açıdan insan, Allah’ın rızasını talep konusunda delice davranmalı ve bu konuda asla kanaat etmemelidir. Farklı bir ifadeyle hırsın mahz-ı ibadet olduğu bir yer varsa o da, Allah’ı ve O’nun Resûlü’nü sevme mevzuudur. Evet, insan rıza-i ilâhîye uygun bir çizgi takip etme konusunda elde ettiği şeyleri asla yeterli görmemeli ve sürekli “Daha yok mu, daha yok mu?” demelidir. Fakat dünyaya, bedene ve cismaniyete hitap eden hususlarla alakalı asıl olan, Cenâb-ı Hakk’ın takdirine kanaat etmektir. İşte bu da “nefs-i mutmainne”ye yelken açmış kâmil insanların sıfatlarından bir diğeridir.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu duasında sabah akşam bütün bu önemli hususları Cenâb-ı Hak’tan talep ediyor. Elbette ki O, bütün bunları kendi engin ufku ve kendi yüksek taleplerine bağlı olarak istiyordu. O’nun bu isteklerini biz, kendi darlığımız, kendi hedeflerimiz zaviyesinden değerlendirirsek, O’nu kendi seviyemize indirmeye çalışma gibi bir saygısızlığa düşmüş oluruz. Fakat Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu duasındaki isteklerini, bize rehberlik yapması açısından değerlendirip ona göre hareket etmemiz gerekiyor. Mademki O (sallallahu aleyhi ve sellem), bu duasında çıtayı çok yüksek bir noktaya koyarak bize hep yükseklere talip olmayı öğretiyor, o hâlde biz de hiçbir zaman dûnhimmet olmamalı, sürekli iradelerimizi kamçılamalı ve son nefesimize kadar iman ve itminan içinde Allah’ın (celle celâluhu) rıza ve hoşnutluğunu yakalama peşinde koşmalıyız.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Melekler ve Melekleşme Ufku

Kur’ân-ı Kerim’de melekler pek çok yönleriyle nazara veriliyor. Meleklerin hâl ve vasıflarının anlatılmasında hangi maslahat ve hikmetler söz konusu olabilir?

Meleklerin Tesbîhi

Soru: Rivayetlere göre, Hazreti İbrahim (as) efendimiz, meleklerin tesbîhini işitince çok heyecanlanmış ve onu tekrar dinleyebilmek için malının önemli bir bölümünü vermeyi teklif etmişti. Halilürrahman’ı hayran bırakan o tesbîh ne ifade etmektedir; ondan bizim anlamamız gereken manalar nelerdir?

Hazreti İbrahim efendimizin meleklerin tesbîhini dinleyişi bir menkıbede anlatılır. O menkıbenin gerçekten vaki olup olmadığı hakkında tereddütler varsa da ondan alınacak ibretler çok önemlidir. Rivayetlere göre; Hazreti İbrahim, kendi döneminin en zenginlerinden sayılacak kadar servet sahibidir. Fakat, dünyanın ömrünün kısa olduğunu ve sür'atle zevale gittiğini, dünya lezzetlerinin zehirli bala benzediğini, burada güzel addedilen dünyevi zinetlerin kabirde çirkin sayıldığını, oraya götürülemeyeceğini ve şu imtihan yurdunda bir saatlik lezzeti terk etmeye bedel ahirette senelerce dostlarla beraber olunacağını yakin derecesinde bilen Halilürrahman, dünyayı kesben olmasa da kalben terketmiştir. Onun çalışıp kazanması, dünyayı imar etmek ve din-i mübînin yeryüzünün dörtbir yanında şehbal açmasını sağlamak içindir.

Bir gün, bazı melekler, Cenâb-ı Hakk’a, hullet ve dostluk kahramanı olarak tanıdıkları Hazreti İbrahim’in mal-mülk sahibi olması hakkında istifsarda bulunur; peygamberlik mesleğiyle onca servetin nasıl telif edilebileceğini sorarlar. Onların maksadı –hâşâ– itiraz değildir, o zenginliğin hikmetinin açıklanmasını istemektir.

Melekler, Allah'ın izniyle, Hazreti İbrahim’i ziyaret ederler; uzun bir yoldan gelmiş, saçı-sakalı dağınık, üstü-başı perişan birer misafir edasıyla İbrahim Nebi’nin yanına varırlar ve onun duyacağı şekilde "Sübbûhun Kuddûsün Rabbu'l-melâiketi ve'r-rûh" derler. Kalbi ötelerden gelen esintilere açık olan İbrahim Aleyhisselam, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh u takdîs etmek için çok iyi seçilmiş bu kelimeleri ve onların seslendirilişindeki lâhûtîliği duyunca pek sevinir; "Aman Allahım, bu ne güzel bir söz!" diyerek hayranlığını ifade eder ve "Servetimin üçte biri sizin olsun, yeter ki o tesbîhi bir kere daha söyleyin!" der. Melekler, kendilerine has bir ses ve eda ile o tesbîhi tekrar edince, Allah’la alakası açısından tesbîh u tazime ve vahye aşina olan Halilürrahman, o sözdeki derinliğin kendi ruhunda hasıl ettiği tesir neticesinde, bir kere daha aynı tesbîhi duymak için malının tamamını vermeye de razı olur. Nihayet, "Değil mi ki bana bu tesbîhi dinletip öğrettiniz, ben de size köle oldum!" diyerek meleklere mukabelede bulunur. Bu davranışıyla da, sahip olduğu her şeyi, hatta canını bile Cânan yolunda feda edebileceğini gösterir.

Evet, Seyyid Nigari ne hoş söyler:
"Cânan dileyen dağdağa-i câna düşer mi;
Cân isteyen endişe-i Cânana düşer mi?"

Cânan’ı diliyorsan, kalbinde can dağdağası olamaz, mal sevgisi orada yer tutamaz. Gerekirse her şeyini, malını, mülkünü ve hatta canını bir keseye koyar; "Maksud O’dur, matlup O’dur, mahbub O" dediğin Allah uğrunda tereddüt etmeden verirsin. Aksine, "malım-mülküm" diyor ve can derdine düşüyorsan, Cânan’a ayırdığın gönlünü fani şeylere kaptırmış ve O’na karşı gereken teveccühü gösterememiş sayılırsın.

Tesbîh

İhtimal, "Sübbûhun Kuddûsün Rabbu'l-melâiketi ve'r-rûh" sözü umumi manada meleklerin tesbîhidir. Kur’an-ı Kerim, yerde ve gökte bulunan her şeyin Allah'ı tesbîh ettiğini haber vermekte (Hadîd, 57/1); meleklerin de Arş’ın etrafını çevirmiş olarak hamd ü senâ ile Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh ettiklerini anlatmaktadır. (Zümer, 39/75) Ayrıca, Allah Teâlâ meleklere insan neslini yaratacağını haber verdiğinde, onlar "Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahlûk mu yaratacaksın? Oysa biz hamd ü senâ duygusuyla dopdolu olarak Seni tesbîh u takdîs etmekteyiz" demişler (Bakara, 2/30); bunu söylerken de "nüsebbihu" ve "nükaddisu" kelimelerini kullanarak kendilerinin sürekli Allah’ı "tesbîh" ve "takdîs" ettiklerini belirtmişlerdir.

Tesbîh, Cenab-ı Hakk’ı tenzih etmek, yani Zatını i’tikad, söz ve amel bakımından şanına lâyık olmayan her türlü kusurdan yüce tutmaktır. Diğer bir ifade ile, tesbîh, layık olmayanı reddetmek; takdîs ise, layık olanı isbattır. Dolayısıyla, tesbîhde bir çeşit takdîs, takdîsde de tesbîh vardır.

Müslim, Ebû Davud ve Nesâi gibi muteber hadis kitaplarında, Peygamber Efendimizin rükû ve secdede "Sübbûhun Kuddûsün Rabbu'l-melâiketi ve'r-rûh- Ey bütün eksik ve kusurlardan münezzeh bulunan Sübbûh ve bütün üstün vasıfları, kemâl, fazilet ve güzellik sıfatlarını Zâtında cem eden Kuddûs; ey meleklerin ve Ruhun Rabbi! Seni tesbîh u takdîs ederim." dediği rivayet edilmektedir. Dolayısıyla, bu tesbîh, rükû ve secdede tekrarlanabilecek güzel bir zikirdir. Şu kadar var ki, bir rivayette "... Rabbunâ ve Rabbu'l-melâiketi ve'r-rûh" denmekte ve "Rabbunâ" kelimesi ilave edilmektedir. Hanefi mezhebine göre; beşer kelamı olma ihtimali bulunan sözler namaz içerisinde okunmadığı için, "Sübhâneke" duasındaki "vecelle senâüke" bölümü Cenaze namazı haricinde terkedildiği gibi, "Rabbunâ" ilavesinin rükû ve secdede söylenmemesi evlâdır. Evet, bu tesbîhin namazda okunması Hanefiler arasında yaygın değilse bile, onu özellikle rükûda okumayı Efendimiz tavsiye buyurduğuna göre, biz de Rabbimiz karşısında iki büklüm bulunmamızın sesi-soluğu olarak "Sübbûhun Kuddûsün Rabbu'l-melâiketi ve'r-rûh" diyebiliriz.

Sübbûh

"Sübbûh" kelimesi Cenâb-ı Hakk’ın bir ism-i şerifidir; O’nun noksan sıfatlardan uzaklığını, şirkten tenzihini ve varlığın bütünüyle O’na ait olduğunu ifade eder. Sübbûh, sebeplere tesir-i hakikî vermeme ve esbâbı birer perde görme hakikatine bakan bir isimdir. "Sübhan" kelimesi de ondan gelir ve aynı manayı bildirir. Bundan dolayı, zifiri karanlık bir gecede, uçsuz bucaksız bir denizde, köpürüp duran dalgalar arasında ve sebeplerin bütün bütün tesirsiz kaldığı bir anda, Hazreti Yunus (aleyhisselam) "Ya Rabbî! Senden başka ilah yoktur, ulûhiyet tahtının yegâne sultanı Sensin. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, yücesin. Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!" (Enbiya, 21/87) derken "Sübhan" ismine sığınmıştır. Hazreti Yunus bin Metta, bu sözleriyle, "Sebeplerin hakiki tesiri yoktur; Sen esbâbı, izzet ve azametin için perde yapmışsın; fakat, dilersen her şeyi sebepsiz yaratırsın. İşte, bütün sebeplerin bana sırtını döndüğü şu anda, ey Müsebbibu’l-Esbâb, sebepler üstü olan azametine, her şeyi muhit bulunan güç ve kudretine, ilminin ve meşietinin enginliğine sığınarak sadece Senden yardım dileniyorum!" manalarını kastetmiş ve bunları bütün samimiyetiyle gönlünün sesi olarak dile getirmiştir. O, bütün benliğiyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edince de, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet inkişaf etmiş; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye ve hem de gökyüzüne geçen Allah Teâlâ, geceyi, denizi ve balığı onun hizmetine vermiş ve Hazreti Yunus’u sahil-i selâmete çıkarmıştır.

Sübbûh ismi bir manada tevhid-i hakikîyi işaret etmektedir. Yani, her şeyin üstünde Cenâb-ı Hakk’ın kudretini ve rubûbiyet mührünü görmek, her şeyden O’nun nuruna karşı bir pencere açmak, her şeyin O’nun birliğine delil olduğunu müşahede etmek, ulûhiyetinde, rububiyetinde ve mülkünde hiçbir ortağı ve yardımcısı olmadığına tam inanmak ve böylece bir çeşit daimî huzura ulaşmak, kısacası O’na isim, sıfat ve şe’nleri müvacehesinden iman etmek demek olan hakikî tevhide bakan bir isimdir.

Evet, sadece ilmi açısından bile kainata bakacak olsak; O’nun ilmi bütün varlığı kuşatmıştır. Hatta, olmamış şeyler de ilm-i ilahîye aittir. Cenâb-ı Hakk'ın ilmi muhittir. O’nun ilmi, "vacib"e taalluk ettiği gibi "mümkin"e ve aynı zamanda "madum"a da taalluk eder. Haddizatında, ademin vücuda gelmesi de mümkündür. Öyleyse, -Bediüzzaman’ın ifadesiyle- adem alemleri de Cenâb-ı Hakk'ın ilim, kudret ve iradesinin taalluk sahası sayılır. İşte, her şeyi irade, meşîet, kudret ve ilim açısından Cenâb-ı Hakk’a verme ve aklen, kalben, ruhen, hissen, fikren... her yönüyle tam tevhide ulaşma neticesinde "Sübbûh" deme ve "sübhaneke" diye zikretme meleklerin şiârıdır. Çünkü, onlar bütün bu hakikatleri şeksiz, şüphesiz görmekte ve sürekli tesbîhle bu müşahedelerini dillendirmektedirler. "Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin" (Bakara, 2/32) sözü de bu tesbîhlerinin ayrı bir terennümüdür.

Aynı zamanda, Sübbûh ismi, Cenâb-ı Hakk’ın, mahiyet-i nefsi’l-emriyesi itibariyle Zâtına bakan yanı açısından şerik kabul etmemesini ifade eder. Üstad’ın yaklaşımıyla, bir köyde iki muhtar, bir nahiyede iki müdür, bir kasabada iki kaymakam, bir vilayette iki vali ve bir memlekette iki hükümdar olmaz. "Eğer gökte ve yerde, Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı oraların nizamı bozulurdu. Demek ki o yüce arş ve hükümranlığın sahibi Allah, onların zanlarından, yakıştırdıkları vasıflardan münezzehtir, yücedir!" (Enbiya, 21/22) mealindeki ayet-i kerime de bu hakikate dikkat çekmektedir. Eğer öyle bir şey olsaydı eşya da herc u merce uğrar ve mahvolurdu. Her ilah kendi arzu, istek ve iradesine göre icraatta bulunur ve kainatta önü alınamaz bir dağınıklık, büyük bir karmaşa meydana gelirdi. Halbuki, kendine has bir münezzehiyet, mukaddesiyet ve muazzeziyet içinde Cenâb-ı Hakk zatında şeriki nefyeder; bir ortak ya da yardımcıya meydan vermez.

İşte, meleklerin "Sübbûh" ismini zikretmeleri, hem Zât-ı Uluhiyet’e bakan yanıyla, hem de kendileri dahil, esbâbın değişik şeylere sadece birer perde olduğunu çok iyi bilmeleri açısından, O’nun noksan sıfatlardan uzaklığını, şirkten tenzihini ve varlığın bütünüyle O’na ait olduğunu ikrar etmek demektir.

Kuddûs

Kuddûs ismine gelince; Üstad Hazretleri 30. Lema’da, Esma-i Hüsnâ’dan Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl ve Kuddûs’ü anlatırken, Kuddûs ile alakalı olarak "bir İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzam’ın altı nurundan bir nuru" demiştir. Kuddûs, zatına yakışmayan her şeyden münezzeh bulunduğu gibi, bütün güzel vasıflarla muttasıf, tahdîd ve tasvire sığmayan kemâl, fazilet ve güzellik sıfatlarını kendisinde cem’ eden Zat demektir.

Kuddûs, Cenâb-ı Hakk’a bakan yanıyla, Zat-ı Uluhiyet’in münezzehiyetine delalet eden; kendisinde kusur sayılabilecek hiçbir şey olmadığı gibi, en mükemmel sıfatların da sahibi bulunan münezzeh, mukaddes ve muallâ Zat’ı gösteren bir isimdir. O öyle bir Rabb’dir ki, O’nu bilseniz, mutlaka seversiniz; O’nu sevince vuslat arzusuyla yanıp tutuşursunuz; O’nu bir de görseniz, artık kat’iyen O’ndan ayrılamazsınız. Aliyyu'l Kârî’nin ifadesiyle "Mü’minler keyfiyetsiz, idraksiz, ihatasız ve misalsiz olarak, her türlü tarifin üstünde "bî kem u keyf" O’nu müşahade edeceklerdir. O’nu görünce, artık Cennet’te olduklarını ve Cennet nimetlerini de unutacaklardır. Yazık o inanmayanlara, onlar öyle büyük hüsran içindedirler ki, mü’minler Cenâb-ı Hakk'ın cemaliyle sermest olarak Cennet nimetlerini bile unuturken, onlar pişmanlık ve hasretle vurunup dövüneceklerdir." Evet, Cenâb-ı Hakk'ın cemalini görenler Cennet nimetlerini dahi unuturlar. Zira, yine Üstad’ın ifadeleri içinde, dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, Cennetin bir saatine mukabil gelmez. Cennetin de binlerce sene mesudâne hayatı, Cenâb-ı Hakk'ın Cemâli'ni bir dakika görmeye karşılık olamaz. Hele bir de, O'nun bizzat "Ben sizden hoşnutum!" demesi vardır ki, o hiçbir nimetle kıyas edilemez.

Cennet’teki o büyük mazhariyet bir yana, daha dünyadayken o hakikate birazcık aşina olan aşıklar bile adeta O’ndan başka hiçbir şeyi görmezler. Gözlerini o ufka diktikleri için dünyanın bütün güzellikleri önlerine serilse de mâsivâya nazar etmezler. İşte, Kuddûs ismi görüldüğü zaman insanları kendine aşık eden, "Ey Cânan" dedirtip ardından koşturan böyle bir güzelliğe, böyle bir mukaddesiyete, böyle bir münezzehiyete ve hakikî matlub, hakikî maksud ve hakikî mahbuba işaret etmektedir.

Ayrıca, ef’al aleminde de Kuddûs isminin tecellîleri vardır. Yerde ve gökteki bütün nezahet, temizlik, mükemmel dizayn, tertip ve düzen bu ismin birer tecellîsidir. Meseleye Bediüzzamanca yaklaşacak olursak; bu kâinat sürekli çalışan büyük bir fabrika ve her vakit dolup boşalan bir misafirhanedir. Aslında, böyle işlek fabrikalar ve misafirhaneler çer-çöple, enkazla, süprüntülerle çok çabuk kirlenir. Eğer dikkatle bakılmazsa ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz hale gelir. Halbuki bu kâinat fabrikası ve yeryüzü misafirhanesi, çok işlek olmasına rağmen, o derece parlak, temiz ve naziftir, o kadar kirsiz, bulaşıksız ve ufunetsizdir ki, adeta onda hiçbir lüzumsuz şey, işe yaramaz bir madde ve bir kir bulunmaz. Demek ki, bu fabrikaya ve misafirhaneye bakan Zât, onu küçük bir oda gibi süpürtüyor, temizliyor, tanzim ve tanzif ediyor. Zahiren çok iç bulandırıcı şeyler bulunması gerektiği halde öyle olmuyor; eko-sistemde akılları hayrette bırakan bir mükemmeliyet görülüyor. İnsanların kirleteceği ve berbat edeceği ana kadar tabiatın her sayfası seyretmeye doyulmaz bir güzelliğe bürünüyor. Dağı-tepesi, ovası-obası, ırmağı-deresiyle bütün yeryüzü adeta bir güzellikler meşheri gibi önümüzde arz-ı endam ediyor. İşte, bütün bu temizlik ve güzellikler, Kuddûs isminin ef’al alemindeki tecellîlerinden kaynaklanıyor.

Her Şeyin Rabb’i

Söz konusu tesbîhde, Sübbûh ve Kuddûs isimlerini "Bütün meleklerin ve Ruh’un Rabbi" ifadesi takip etmektedir. Rab; sâhib, efendi, mâlik, ıslâh ve terbiye eden, yetiştiren, herkesi görüp gözeten, her varlığın ihtiyaçlarını karşılayan manalarına gelmektedir. Melekler; Cenab-ı Hakk’a taatle meşgul olan, Allah'ın kendilerine verdiği her emri derhal ve aynen yerine getiren ve kat’iyen itaatsizlik etmeyen, herbirinin sabit bir makamı ve muayyen bir rütbesi bulunan nurdan yaratılmış varlıklardır. İnsan su, hava, ışık ve gıda ile beslenip onlardan lezzet aldığı gibi melekler de zikir, tesbîh, hamd, marifet ve muhabbet nurlarıyla gıdalanır ve onlardan tat alırlar. Ruh’a gelince, o, Bediüzzaman’ın tarifiyle, "bir kanun-u zîvücud-u haricî ve bir nâmûs-u zîşuurdur." Ruh denince çokları, Ruh-u Küllî’yi anlamışlar; bazıları da ona, Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) ruhu demişlerdir. Onu "Rûhü'l-Kudüs" ve "Rûhü'l-Emîn" de denilen Cebrail (aleyhisselam) olarak anlayanlar da olmuştur. Dolayısıyla, melekler, Cenab-ı Hakk’ın azamet, ceberût ve ululuğunu aksettiren "vâhidî" tecellîleri müşahede etmiş; O'nun esmâ ve sıfatlarının bütün varlık üzerinde gâlibane, kâhirane ve hâkimane tecellî ettiğini görmüş ve meleklerin, Ruh’un, ruhânilerin, bütün alemlerin ve o alemlerdeki her şeyin Rabbi olarak Allah Teala’yı tesbîh u takdîs etmişlerdir.

Ayrıca, melekler, tesbîhin Cenâb-ı Hak indindeki kıymetini ve onun Allah katında en makbul sözlerden olduğunu da biliyor ve o marifetle tesbîhlerini daha bir derin dile getiriyorlardı. Nitekim, Rasûl-u Ekrem Efendimiz buyurmuşlardır ki; "İki söz vardır ki, onlar Rahmân’a sevgili, dile hafîf, mîzanda ise pek ağırdır. Bunlar: ‘Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi'l-azîm’ cümleleridir." Evet, kabaca "Sübhansın ya Rab! Hamd ü senâ duygusuyla dopdolu olarak Seni tesbîh ederim. Ey yüce Allahım, Sen noksan sıfatlardan, eksik ve kusurdan, şerik ve yardımcıdan münezzehsin, mütealsin." manalarına gelen bu iki cümlenin söylenmesi çok kolaydır, dile ağır gelmez; bunlar boş ve değersiz sözler değildir, bilakis Hak katında makbul ve kıymetlidir; ayrıca, mizanda da çok ağırdırlar. Gözünüzde çok küçük olan ve belki de çoklarının hafife aldığı bu iki cümle, eğer gönülden söylenmişse, ahirette getirilip mizanda terazinin hasenat kefesine konulunca, yığın yığın günahları havaya kaldıracak kadar ağırlaşacaktır. Çünkü, bu söz Cenab-ı Hak nezdinde çok sevimlidir.

Peygamber Efendimizden öğrendiğimiz "Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi'l-azîm" tesbîhinde aynı zamanda cemal tecellîsine de işaret vardır. Bazı ayet-i kerimelerde tesbîh ile hamd beraber zikredildiği gibi bu sözde de Cenâb-ı Hakk’ın celâlî tecellîlerini ifade eden tesbîhle, cemalî tecellîlerine imada bulunan hamd beraberce söylenmiştir. Allah Teala’nın kudret, irade ve meşietinin bütün kainat çapında hükmünü icra ettiğini gören meleklerin "Rabbu'l-melâiketi ve'r-rûh" deyip bütün alemlerin rabbi Allah’ı kastetmeleri vahidî ve celalî tecellînin ifadesidir. Fakat, Allah’ın, lütuf, şefkat, merhamet gibi sıfatlarından yansıyan, Cenâb-ı Hakk'ın herkese ve her şeye, seviye ve ihtiyaçları nisbetinde ihsan ve ikramda bulunması şeklinde müşahede edilen ehadî ve cemalî tecellîleri de vardır. Rahmâniyet ve Rahîmiyet dalga boylu tecellîlerden, canlı-cansız her varlığın, kendi kabiliyet, donanım ve istîdadına göre istifadesi söz konusudur ki, işte bunlar cemalî tecellîlerdir. Bu türlü tecellîlerde, mecâlî, yani, tecellî alanı olan varlıklar ya da bir yönüyle mazharlar, kendi donanımları, konumları, seviyeleri, istidatları ve ihtiyaçları nazar-ı itibara alınarak hususi görülüp gözetilirler. Farklı farklı şeylere ihtiyaç içinde oldukları, ayrı ayrı beslendikleri, çeşit çeşit bakım-görüme muhtaç bulundukları halde hiçbiri unutulmayarak ve hiçbiri terkedilmeyerek hepsine tek tek nimetler verilir ki bu da Cenâb-ı Hakk’ın cemalî tecellîsidir. Mesela, bir bebeğe önce anne sütü, sonra mama verilir. Çocuk biraz büyüyünce pelte, daha sonra püre, sonunda da ekmek ve katı gıda ile beslenir.

Evet, bütün varlıkların birden görülüp gözetilmesi şeklindeki celâlî tecellînin yanı sıra bir bebeğin kendi durumuna göre ona özel rızık verilmesi de cemâlî bir tecellîdir. Celâl ile Cemâl’i bir arada müşahede eden Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) "Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi'l-azîm" diyerek bu iki tecellîye birden dikkat çekmiştir. Zaten, Bediüzzaman hazretlerinin de ifade ettiği gibi, "İsm-i Celâl, genellikle nevilerde ve külliyatta tecellî eder; ism-i Cemâl ise mevcudatın cüz'iyatında tecellî eder. Bu itibarla nevilerdeki cûd-u mutlak, celalin tecellîsidir; cüz'iyatın nakışları, eşhasın güzellikleri ise cemalin tecellîyatındandır. Bazen de cemal, celalden tecellî eder. Evet cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir."

Gönlün Sesi

İşte biz, o azametli tecellîler karşısında hayret ve dehşet yaşar, "Sübhanallah" deriz. Cenab-ı Hakk’ın azim icraatını temaşa eder, "Allahu Ekber"le gürleriz. Bu arada, bir Cemâl tecellîsi olarak üzerimize sağanak sağanak nimetler yağmasına mukabil de "Elhamdülillah" der, hamd ü senâ duygumuzu seslendiririz.

Tabii ki, söylediğimiz her tesbîh, her tahmîd ve her tekbir gönlümüzün sesi-soluğu olmalıdır. Telaffuz ettiğimiz kelimeler şuurumuzdan vize alarak söz kalıbına dökülmelidir. Hazreti Üstad’ın tahiyyât okuyuşunu defaatle arz etmişimdir. O, söylediği her kelimeyi vicdanında tam duyacağı ana kadar sürekli tekrar edermiş. Kendine has edasıyla "Et-tahiyyâtu" der, onu gönlüne göre duyamadığına kani olursa, "Et-tahiyyâtu, et-tahiyyâtu" diyerek defalarca tekrar eder; istediği kıvamı yakalayacağı ve bütün benliğinde hissedeceği ana kadar diğer kelimeye geçmezmiş. İmam Şâzelî ve Ahmed Bedevî gibi zatların, namazda "Sübhane rabbiye'l-azim" dedikleri zaman, bütün zerrat-ı kainatı mülahazaya alabildiklerini nakleder ve onların seviyesini yakalamak istediğini söylermiş. O ufka ulaşabilmek için yıllarca gayret etmiş, Allah'a karşı teveccühünü derinleştirmiş ve dudaklarından dökülen her kelimeye, vicdanının ve şuurunun mührünü vurmuş. Aslında, böyle bir cehd Allah’ın hakkıdır; her haliyle Allah’a muhtaç olan zavallı, âciz, zayıf ve fakir kulların da vazifesidir. Nitekim, Hazreti İbrahim’e tesir eden de, duyduğu sözün muhtevasıyla beraber meleklerin kendi ufukları itibariyle meseleyi melekçe dile getirişleri olmuştur.

Hâsılı, melekler, tesbîhle alakalı olarak arz etmeye çalıştığım hususlardan çok daha fazlasını derince duymuş; topyekün varlığa mahrutî ve bütüncül bir nazarla bakarak tevhid-i hakikîyi tam kavramış ve bu hakikatin fezlekesi olarak "Sübbûhun Kuddûsün Rabbu'l-melâiketi ve'r-rûh" demişlerdir. Gönlü uhrevî esintilere aşina olan İbrahim Aleyhisselam da engin bir marifet ve derin bir duyuşla dile getirilen bu tesbîhe hayran kalmıştır. Bizim de, o ufku idrak etmiş olma düşüncesiyle değil, o ufka talebimizi ortaya koyma mülahazasıyla Rabbimizi tesbîh u takdîs etmemiz bir vazifedir. Ümid ederiz ki, bu mülahazaları nazar-ı itibara alarak rükû ve secdede o sırlı kelimeleri söylememiz bizim içimizde de aynı hakikatlerin inkişafına sebebiyet verir.

Merkez muhit hattında istikamet çizgisi

Merkez muhit hattında istikamet çizgisi

Soru: Merkezdeki küçük bir arızanın, muhit hattında daha büyük problemlere sebebiyet vereceği hakikatinden hareketle, merkezî konumda bulunan insanların bağlı kalması gereken temel disiplinler nelerdir?

Cevap: Yüce bir mefkûrenin temsilcisi konumunda görülen insanların tavır ve davranışları çok önemlidir. Çünkü arkadan gelenler onları takip eder. Şayet önden gidenler doğru yürürlerse, onları örnek aldıklarından dolayı arkadan gelenler de doğru çizgide yollarına devam ederler. Fakat önden gidenler -Allah korusun- bir kısım hata ve yanlışlıklar içine girerlerse, bunlar arkadan gelenler arasında katlanarak büyür ve bir virüs gibi hızla yayılır.

Umumun hukuku

Maalesef geçmişten günümüze değişik diriliş hareketlerinde önde görünen bazı kimseler durdukları yerin hakkını tam olarak veremediklerinden hesapsız bir kısım sözlerin, sürç-i lisanların, düşünce kaymalarının ve maksadı aşan beyanların kurbanı olmuşlardır. Bu durum aşağıya doğru indikçe çok daha büyük tahriplere sebebiyet vermiştir. Bazen münasebetsiz bir söz, münasebetsiz bir tavır, hatta münasebetsizce sesi yükseltme, el ayak hareketleri sergileme, yüz ekşitme gibi davranışlar öyle kin ve nefretlere sebep teşkil etmiştir ki daha sonra onların telafisi mümkün olmamıştır. Önde görünenlerin bu tür yanlışlıkları arkadan gelenler tarafından katlanarak alınmasa, aynıyla algılansa ve taklit edilse bile bu durum çok ciddi tahribata yol açmıştır. Kaldı ki, bu tür yanlışlıklar hiçbir zaman aynıyla intikal etmez. İnsanlar kendi tabiatlarına ve algılama reseptörlerine göre bu yanlışlıkları tevil ve tefsire tabi tutar ve mesele katlanarak tabana yayılır. Bu sebepledir ki, her seviyede idareci konumunda yer alan ve önde bulunan kimseler tavır ve davranışlarında her zaman çok hassas ve dikkatli olmak zorundadır.

Geçmişin muhasebesini yapıp sergüzeşt-i hayatımı gözümün önünden geçirdiğimde, bu açıdan tashihe tabi tutulacak o kadar çok ukdelerle karşılaşıyorum ki, her biri için “Keşke böyle değil de şöyle olsaydı!” deme lüzumu hissediyorum. Fakat olmuş bitmiş hadiseler hakkında, bu türlü mütalaalarda bulunmanın tashih adına hiçbir yararının olmadığının da farkındayım.

Esasen insan iş olup bittikten sonra fayda getirmeyecek bir kısım mülahazalara girmemek için, tavırlarını, davranışlarını, sözlerini, hareketlerini tashihe lüzum olmayacak şekilde ayarlamalı ve buna göre bir hayat yaşamalıdır. Bir insanın dimağı tek başına buna güç yetiremeyeceği için de, bilhassa idareci konumunda bulunan insanlar her meselede mutlaka başkalarıyla istişare etmelidir. Evet, onlar karar verecekleri her meselede danışma heyetleri oluşturmalı ve bu heyetlerle meşverette bulunmadan herhangi bir mevzuda karar vermemelidir. Her ne kadar bizim elimizde, temel kültür kaynaklarımız ve geçmişten bize miras kalan değerlerimiz olsa da, bunların günümüze göre yorumlanması da yine ortak akla müracaat etmeyi gerektir.

Ayrıca bilinmesi gerekir ki, gaye-i hayali başkalarına hak ve hakikati duyurma olan bir mefkûre, umumun hukukunu tazammun etmektedir. Dolayısıyla bu konuda yapılacak herhangi bir kusur, umumun hukukuna tecavüz sayılır. İslâm fıkhı açısından amme hakkı aynı zamanda Allah hakkı olduğundan, yapılan yanlışla Allah hakkına da tecavüz edilmiş olur. Hatta bununla Resulullah’ın hakkına, bizden evvel hizmet eden insanların hakkına ve bugün bizimle aynı yolda koşan hizmet insanlarının hakkına da girilmiş demektir.

Kendine rağmen yaşama

Aslında istişare, bir manada insanın kendine rağmen hareket etmesi demektir. İnsanın kendine rağmen hareket etmesi, onun için her zaman bir zarar ve kayıp değildir. Aksine insan, bazı durumları itibarıyla kendine rağmen hareket etmesi sayesinde kazanır; kendi aklı ve mantığına göre hareket etmesi yüzünden de kaybeder.

Bir hadis-i şeriflerinde Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem);

سَبْعَةٌ يُظِلُّهُم اللَّهُ في ظِلِّهِ يَوْمَ لاَ ظِلَّ إِلاَّ ظِلُّهُ
“Başka hiçbir gölgenin bulunmadığı hesap gününde Allah Teâlâ, şu yedi sınıf insanı Arş’ının gölgesinde gölgelendirecektir”

der, sonra da إِمامٌ عادِلٌ buyurarak adalet ve hakkaniyetle hareket eden idareciyi en başta zikreder. (Buhâri, ezan 36; Müslim, zekât 91) Demek ki, baştaki bir insanın adil olması çok zor bir meseledir. Çünkü hem toplumun başında olan, hem kuvveti temsil eden, hem bütün milletin imkânlarını elinde bulunduran bir insanın, adaletten, istikametten, hakkaniyetten, mürüvvetten ve insanlıktan ayrılmaması kendine rağmen yaşamasına bağlıdır.

Başka bir hadis-i şerifte de İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) şöyle buyurmuştur:

ثَلاَثَةٌ لاَ يُكَلِّمُهُمُ اللَّهُ يَوْمَ القِيَامَةِ وَلاَ يُزَكِّيهِمْ وَلاَ يَنْظُرُ إِلَيْهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ. شَيْخٌ زَانٍ ومَلِكٌ كَذَّابٌ وعَائِلٌ مُسْتَكْبِرٌ
“Üç sınıf insan vardır ki, hesap gününde Allah Teâlâ onlarla konuşmayacak, onları temize çıkarmayacak ve onların yüzlerine bile bakmayacaktır. Onlar için korkunç bir azap vardır. İşte bunlar; zina eden yaşlı, yalan söyleyen hükümdar ve kibirli olan fakirdir.” (Müslim, imân 172)

Burada negatif misaller üzerinden bazı hususlara dikkat çekilmiştir. Şöyle ki, zina etmek herkes için haramdır. Fakat yaşını başını almış ve dünyadan elini eteğini çekmiş olması gereken bir insanın böyle bir levsiyat içine girmesi, levsiyat üzeri levsiyat demektir. Böyle bir insana denilecek söz şudur: “Ayıp sana yahu! Yaşını başını almışsın be utanmaz adam! Kuldan utanmıyorsan bari Allah’tan utan!”

Hadis-i şerifte, kendilerini acı bir azabın beklediği ikinci zümre olarak yalan söylemeyi tabiatı haline getirmiş sultan zikrediliyor. Herkes için günah olan yalanı bir de bütün insanların başında bulunan idareci söyleyecek olursa, günah katmerli bir hal alacaktır.

Hadis-i şerifte, üçüncü olarak kibirli fakirden bahsedilmektedir. Hani derler ya, “Evde yok ayran aşı, kendi gezer bölükbaşı.” Fakir, fakat aynı zamanda kibirli, çalımlı tavırları var. Demezler mi ona, “Yahu sen neyine çalım çakıyorsun.!” Böyle bir tavırda da günahı katlayacak ciddî bir kayma vardır. Bu arada şunu ifade edelim ki, hadisin mefhum-ı muhalifinden hareketle, mütevazi olan zenginin kıymetini de anlayabiliriz. Çünkü berikinin zıddına o, nefsine rağmen hareket ediyor demektir.

Bu iki hadisten birincisinde, insanın kendine rağmen yaşaması söz konusu edilirken, diğerinde ise nefsinin arzularına uyarak yaşamasından bahsedilmektedir. Cehennem bedenî ve nefsanî isteklerle kuşatılmış olduğundan dolayı, kendisini bu isteklere salan bir insanın, hiç farkına varmadan oraya sürüklenip içine düşmesi mukadderdir. Cennet’e gelince o da mekarihle kuşatılmıştır. Yani oraya girmenin yolu da insanın beşerî tabiatına rağmen yaşaması ve kendisini aşmasından geçer.

İstişare eden hüsran yaşamaz

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde, “İstişare eden kaybetmez, hüsrana düşmez.” (et-Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr, 6/365; el-Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb, 2/7) buyurmuştur. Buna göre, kaybetmek ve hüsran yaşamak istemeyen kişi, tek başına halledebileceği meseleleri bile mutlaka başkalarıyla görüşmelidir.

Şahsen hep en küçük meseleleri bile etrafımdaki üç beş insanla istişare etmeye çalışmışımdır. Bazen gece saat birde kafama bir problem takıldığında, o meseleyi burada görüşeceğim insan bulamazsam, Türkiye’den bazı arkadaşları arayarak, “Şöyle bir problem var. Bunun çözümü mevzuunda lütfen alternatif düşüncelerinizi ifade edin.” diyorum. Şimdiye kadar bu konuda hiçbir zarara uğramadım. Şayet yanıldıksa, hepimiz yanıldık. Yani yanılmayı paylaştık. Allah huzuruna gidince deriz ki, “Ya Rabbi! Konuştuk, istişare ettik; fakat isabet ettiremedik. Ne yapalım, demek ki bu işe hepimizin aklı da kâfi gelmiyormuş.”

Bazı insanların bulundukları yer itibarıyla, “Burayı ben iyi bilirim.” diyebilecek tecrübe ve birikimleri olabilir. Fakat hadiselere mahrutî ve bütüncül bir nazarla bakan insanların olabileceği de hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bu konumdaki insanlar, sadece söz konusu hususa bakmakla kalmaz, onun başka yerlerle olan münasebetini de hesaba katarlar. Ayrıca bazı kimselerin kendi bulundukları konumdan bakarak maslahat olarak gördükleri bazı uygulamalar, hakikatte maslahat olmayabilir, kim bilir belki o, sadece maslahat görünümündeki maslahat-ı merdudedir.

Aslında bir insanın “bana göre” deyip de aldığı bir kararın, söylediği bir sözün makul olduğunu iddia etmesi, o şeyin makul olduğu mânâsına gelmez. Çünkü makulün “bana göre”si olmaz. Makul demek, ortak aklın kabul ettiği hakikat demektir. Hususiyle makul, Muhasibi’nin ifadesiyle, Kur’ân aklının, Kur’an mantığının kabul ettiği hakikattir. Dolayısıyla bir insan herhangi bir düşüncesinin makul olup olmadığını test etmek istiyorsa, onu önce Kitap ve Sünnet’in kriterlerine vurmalıdır. Bunlar yapılmadığı takdirde insanın makul olarak gördüğü düşünceler her zaman için, nefis hesabına söylenmiş sözler olabilir.

Kur’ân-ı Kerim, günde kırk defa okuduğumuz Fatiha-i Şerife’deki

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
“Ancak Sana kulluk yapar ve yardımı da ancak Senden isteriz.” (Fatihâ Sûresi, 1/5)

âyet-i kerimesiyle bize “biz” demesini öğretiyor. Çünkü bir insan tek başına yapacağı kullukla kurtulamayabilir. Onun kurtulması bir yönüyle, arkadaşlarıyla bir çizgi üzerinde gerçek uhuvveti temin ve tesis etmesine ve onların sevaplarını da kendi sevap havuzuna akıtmasına bağlıdır. Aynı şekilde bir idarecinin yanlışa en uzak, doğruya en yakın bir sonuca ulaşması da “biz” demesi, ortak akıl ve kolektif şuurla hareket etmesiyle mümkündür.

Hasılı, günümüzde yapılan hizmetlerin katlanarak büyümesi için önde görünen insanların kendilerine rağmen yaşaması ve “Benim aklım, benim düşüncelerim, benim kavrayışım.. bana yeter.” mülahazasından vazgeçerek, söyledikleri her sözü, verdikleri her kararı sistemli bir düşünceye bağlaması gerekir. Evet, hadisin ifadesiyle “âdil imam” olmak isteyen bir idareci, çevresindeki insanların düşüncelerine kıymet vermeli, meşveret etmeli, yerine göre kendi düşüncelerinden vazgeçmesini bilmeli ve böylece makul ve mantıkî olanı bulmaya çalışmalıdır. Şayet meseleler bir heyetin mütalaa ve müzakeresine havale edilirse, fikir alışverişiyle hakikat ortaya çıkacak ve böylece yanılmaların da önüne geçilmiş olacaktır. Fakat hangi alan ve hangi branşta olursa olsun, iş şahsî inisiyatiflere bırakılır ve şahsî inisiyatifler kullanılarak hareket edilirse, yanlışlıklar da kaçınılmaz olacaktır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Mesai tanzimi ve aile hayatımız

Soru: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlik ve devlet başkanlığı vazifesinin yanı sıra aynı zamanda bir baba, bir eş ve ashabının da en yakın dostuydu. O, zamanını öyle tanzim ediyordu ki, bunların hiçbirisinin hakkını ihlâl etmiyordu. Buna göre bir mefkûre insanı, üzerindeki haklarda dengeyi kurma adına nasıl bir zaman tanzimi yapması gerekir?

Cevap: Zamanın tanzimi, yapılması gerekli bütün işleri nazar-ı itibara alıp önem sırasını belirleyerek hayatın ona göre planlanması demektir. Öyle ki, bu plan içerisinde,  namaz, zikir, dua gibi ibadet hayatımız da olmalı; aile, çoluk-çocuk gibi bire bir mesul olduğumuz insanlara karşı yapmamız gereken sorumluluklar da yer almalıdır.

Mesela mü’min, hizmet ediyorum diye gece ibadetini terk edemez, etmemelidir. Evet, inanan bir gönül iki rekâtlık namazla da olsa gecenin ihyasına mutlaka katkıda bulunmalıdır. Esasında geceleyin kalkıp 10-15 dakikasını teheccüd namazına ve duaya ayıran bir insan hizmet hayatından hiçbir şey kaybetmez; bilâkis çok şey kazanır. Zira geceyi değerlendiren bir insan, bir diriliş yoluna girmiş demektir. Gece ibadeti, mele-i âlânın sakinlerinin alkış tutacağı bir ameldir. Orada yapılan dua, başka dualarla kıyas edilemeyeceği gibi, gecenin derin sessizliği içinde alnı yere koyma, seccadeyle buluşma, Rabbin huzurunda iki büklüm olma, iki damla gözyaşı dökme de başka zamanlarda yapılan ibadetlerle kıyas edilemeyecek kadar büyüktür. Bu açıdan, bir gün tanzim edilirken gece ibadeti asla ihmal edilmemelidir.

Her hak sahibine hakkını verin!

İnsan, kalbî ve ruhî hayatını besleyen ibadetleri asla ihmal etmemesi gerektiği gibi, sosyal hayatındaki umum hakları birden nazara alarak bunları ağırlıkları ölçüsünde sıraya koymalı ve her birisinin hakkını vermeye çalışmalıdır. Bilindiği üzere Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendilerini ibadete adadıklarından ötürü ailelerini ihmal eden sahabilere hitaben şöyle buyurmuştur: “Nefsinizin sizin üzerinizde hakkı var, ailenizin sizin üzerinizde hakkı var, Allah’ın sizin üzerinizde hakkı var.. her hak sahibine hakkını veriniz.” (Buhârî, edeb 86) Hadis-i şeriften de anlaşılacağı üzere, ibadetle meşgul olma dahi insanın; nefsinin, eşinin, çocuklarının vs. kendisi üzerindeki haklarını ihmal etmesine yol açmamalıdır.

Esasında namazın beş vakte tahsis ve tayini, mü’minlere zamanın tanzimi konusunda önemli dersler verdiği gibi, gece ve gündüzün yaratılış hikmetlerinin anlatıldığı âyet-i kerimeler de onlara bu konuda bir kısım doneler vermektedir. Mesela Kasas Sûresi’nde şöyle buyrulmuştur:

وَمِنْ رَحْمَتِهِ جَعَلَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ لِتَسْكُنُوا فِيهِ وَلِتَبْتَغُوا مِنْ فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
“O, rahmetinin eseri olarak gece ile gündüzü var etti ki, geceleyin istirahat edesiniz, gündüzün de hayatınız için çalışıp Allah’ın lütfundan nasibinizi arayasınız ve O’nun nimetlerine şükredesiniz.” (Kasas Sûresi, 28/73)

Bu ve benzeri âyet-i kerimelerle Kur’ân-ı Kerim zaman tanzimi konusunda rehberlikte bulunup bize şu mesajı vermektedir: Eğer hayatınızı tanzim eder, gündüz, gündüz yapılması gerekenleri, gece de gece yapılması gerekenleri yapar; geceyi ayrı bir derinlikte, gündüzü de ayrı bir ufukta değerlendirirseniz karışık yaşamaktan kurtulur, plansızlık ve programsızlıktan kaynaklanan engellere takılmaz ve çok daha bereketli bir hayat yaşarsınız.

Yirmi dört saatin planlanması

Disiplinli ve verimli bir zaman tanzimi için yirmi dört saatlik zaman dilimini yazıya dökebilirsiniz. Bu yapılabildiği takdirde sohbet-i cânan yörüngesinde arkadaşlarla bir araya gelmeden kitap okumaya; odamızı düzenlemeden evrad u ezkârla meşgul olmaya; eş ve çocuklarımızla belli meseleleri meşveretten istirahat etmeye kadar günün hangi saatinde hangi işin yapılacağı net bir şekilde tespit edilmiş olacaktır. Hatta oturup içilecek bir çaya, yenilecek bir yemeğe ayrılacak süre bile bu tanzimin içinde mütalaa edilebilir. Mesela yemek için yirmi dakika yeterliyse bununla iktifa etmeli ve yemek sonrası yapılacak lakırdılarla zaman israf edilmemelidir. Hatta mesai tanzimi yapılırken, ekstra ortaya çıkabilecek meşguliyetlerin programımızı aksatmaması için ihtiyatî zaman dilimleri de 24 saatlik planlamanın içine konulmalıdır.  

Usûlünden fürûuna yapılacak bütün işler bu şekilde detaylandırılmak suretiyle tanzim edilebilirse, zamanın ayrı bir berekete ulaştığı ve yapılan işlerde ortaya çıkan neticenin birden ona yükseldiği görülecektir. Zira hayat böyle muntazam bir hâle getirildiği takdirde, insan zaman içerisinde tam disiplinli olacak, belli bir program dâhilinde hareket etmeye alışacak ve sahip olduğu motivasyonla yapacağı işleri zorlanmadan yapacaktır. Yanlış anlaşılmasın, böyle bir hareket tarzı, makineleşme demek değildir. Bilâkis bu, disiplin insanı olma ve hayatı disiplin içinde götürme demektir. Böyle disiplinli bir insan ise, ne ibadet ü taatinde boşluk yaşar, ne evrad u ezkârından taviz verir, ne üzerine düşen vazifeleri aksatır, ne de aile fertlerinin haklarını ihlâl eder.

Beraber yol yürünen insanları ikna

Zaman tanziminde dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta ise şudur: İnsan, uygulamayı düşündüğü zaman tanzimini öncelikle hayatını paylaştığı insanlara açmalı, onların düşünce ve görüşlerini almalı, sonra da, yapması gereken vazifelerin ehemmiyetini onlara anlatıp aklen ve kalben onları ikna etmelidir. Yani eşinin, çoluk-çocuğunun, anne-babasının hakları yanında kendisi üzerinde Allah’ın, dinin, Kur’ân’ın hakkı olduğunu ve her hak sahibine hakkının verilmesi gerektiğini dili döndüğünce izah etmeye çalışmalıdır. İnsan, aynı haneyi paylaştığı kişilerle bu konuda bir mutabakata varabilirse üzerine terettüp eden işleri aile çevresinin olumsuz söz ve tavırlarına takılmadan, daha rahat ve kolaylıkla yapabilir.

Bir insan düşünün ki, zamanının önemli bir kısmını ilâ-i kelimetullah (Allah’ın adının yüceltilmesi) yolunda kullanması gerektiği hususunda nefsini ikna etmiştir ve buna yürekten inanmaktadır. O, bu vazifeyi, hiçbir fedakârlıktan çekinmeden yerine getirebilecek şekilde içine sindirmiş ve içselleştirmiştir. Fakat hayatı beraber paylaştığı insanlar, Allah hakkının büyüklüğünü, O’nun adının âfâk-ı âlemde (dünyanın dört bir tarafında) şehbal açmasının önemini, bu dinin bir emanet olduğunu ve bu emanete karşı sürekli gerilim içinde bulunulması gerektiğini, asırlardan beri rahnedar olmuş bir kalenin usûlünden fürûuna kadar restorasyon görmesinin çok hayati bir vazife olduğunu bilmiyorlarsa, onun yanında beraber yol yürümek istemezler. Dolayısıyla onlarla beraber yol yürüyebilmek için ekstra gayret ortaya koyması gerekir. Bu ise bir müddet sonra o kişide yol yorgunluğu hâsıl edecektir.

Hâlbuki insan, sahip olduğu inanç ve mefkûreyi hayatı paylaştığı insanlara, inandırabilir, onlarla aynı duygu ve düşünceyi soluklar ve yapmış olduğu hizmetlere sahip çıkma duygusunu onların gönüllerinde uyarabilirse, işlerini tanzim etme mevzuunda işini ciddî mânâda kolaylaştırmış olacaktır. Hatta yapması gereken vazifeleri aksattığında, mesela gitmesi gereken toplantıya gitmediği veya katılması gereken bir okuma programına katılmadığında ilk tepkiyi hayatı birlikte paylaştığı insanlardan alacaktır. Bu da kendisi için teşvik edici bir unsur olacaktır.

Aksi takdirde eğer eşiniz, çocuklarınız veya birlikte yaşadığınız diğer insanlar sizin kafanızda kurguladığınız mesai tanziminden ve bunu uygulamanın öneminden habersizse, bir süre sonra duygu ve düşüncede bir kısım ihtilâf ve iftirakların yaşanması kaçınılmaz olacaktır. Bu da ilâhî inayetin kesilmesine yol açacaktır. Zira Allah’ın tevfik-i sübhanîsi vifak ve ittifaka gelir. Şayet siz Allah’ın muvaffak kılmasına namzet olmak istiyorsanız, hangi dairede olursa olsun, öncelikle aranızdaki vifak ve ittifakı temin etmeniz gerekir.

Mesai himmeti

Burada üzerinde durulması gereken diğer bir mevzu da, yüce bir mefkûre istikametinde harcayacağımız mesaiye ayrılacak zamanın süresidir. Bir memur veya işçi mantığıyla sadece günün yedi sekiz saatlik bir kısmını mesaiye ayıran bir insanın mefkûre adına yapacağı iş, o mantığın darlığıyla sınırlı olacaktır. Eğer insan yüce bir mefkûre istikametinde üzerine 3-4 iş aldıysa ve bunların yapılması 13-15 saatlik bir zamanı gerektiriyorsa, insan iyi bir mesai tanzimiyle bunu yerine getirmeye çalışmalıdır. Yani bir taraftan saniyesini boşa geçirmeksizin harcayabildiği kadar zamanını Allah yolunda harcamalı, diğer yandan da işlerini düzene koymak suretiyle bu zamanını en verimli bir şekilde değerlendirmeye gayret göstermelidir.

Özellikle günümüzde asırlardan beri rahnedar olan mânevî bir kalenin tamiri mevzubahis olduğundan, Kur’ân ve iman hizmetine gönül vermiş insanlar şimdiye kadar gösterilen fedakârlıktan daha fazlasını gösterme ve bu konuda daha hassas hareket etme mecburiyetindedirler. Bunu sağlama adına aralarında “mesai himmeti”nde bulunabilirler. Mesela birisi gününün on iki saatini milletine hizmet yolunda ayırabileceğini söyler, bir başkası on üç saatlik bir sorumluluğun altına girer, bir diğeri ise on dört saat Allah yolunda çalışma vaadinde bulunur. Hâsılı herkes gönüllü olarak ne kadar mesai himmetinde bulunmuşsa, o vakti hizmet yörüngeli tanzim edip değerlendirmeye çalışır. Hakikî bir mü’mine düşen mesai anlayışı işte budur. Günümüzde mesai kavramı böyle anlaşılmıyorsa, Müslümanlığın bu yönü anlaşılamıyor demektir.

Eğer bazıları, imkânı olmasına rağmen beklenilen ölçüde mesai himmetinde bulunmuyorsa, zihinlerin bu mevzuda ikna edilmesine ihtiyaç var demektir. Bu konuda muhataplarla bir mutabakata varma çok önemlidir. Fakat böyle bir mutabakattan sonra da hiç kimsenin hak ihlâli yapmaması gerekir. Herkes sahip olduğu sorumluluğu yerine getirme konusunda o kadar titiz olmalıdır ki, ne eşler birbirinin hukukuna tecavüz etmeli, ne çoluk çocuğun hakkına girilmeli, ne amir memur arasında bir haksızlık yaşanmalı ne de işyerindeki sorumluluklar ihlal edilmelidir.

Yoksa biz mesai derken, bir memur mantığıyla hareket etmeyi, yedi sekiz saat çalıştıktan sonra yan gelip yatmayı, yiyip içmeyi, keyfimizce gezmeyi, miskin insanların otağı sayılan kahvehanelerde oturmayı, oyun oynamayı, cismanî ve şeytanî bir kısım aktivitelere katılmayı vs. anlıyorsak, meseleyi yanlış anlıyoruz demektir. Bu zihniyetle hareket eden birisi, günümüzde insanlık için yapılması gereken işlerin onda birini bile yapamayacaktır. Hatta böyle sakat bir mesai anlayışına sahip insan, kendisine en çok ihtiyaç duyulan bir zamanda tatile gitmekten çekinmeyecek, çok önemli meselelerin yapılması gerektiği bir yerde izin alacak ve böylece yapılması gereken hayatî işleri aksatacaktır.

Hizmet ehlinin mesai anlayışı ise böyle değildir. Onlar hakka hizmet için üzerlerine aldıkları sorumluluğu mutlaka yerine getirmeye çalışır ve başladıkları bir işi asla yarım bırakmazlar. Bu arada eşlerine, çocuklarına, ailelerine karşı ihlal ettikleri haklar olduğunda da, onları telafi etmek için gayret gösterir, hakkına girdiğini düşündüğü insanların gönüllerini almaya çalışırlar. Mesela yeri gelir, bir buket gülle onların karşısına çıkar, geç kaldıkları için özür beyan eder ve sonra da ilk fırsatta, onlara verdikleri sözü yerine getirir, kasdi olmayan hata ve ihmallerini telafi ederler.

Bu arada mutlaka yapılması gerekli olan bir işten dolayı meydana gelen gecikmeler karşısında da eşler birbirine müsamahalı davranmalıdır. Asla unutulmamalı ki, böyle bir bekleme süresindeki saatler, dakikalar, hatta saniyeler bile bekleyenler açısından ibadet hükmüne geçer. Çünkü böyle bir bekleyiş ciddî bir fedakârlık sayılır. Bir yuvayı paylaşan eşlerden her birisinin diğerine ihtiyacı vardır. Onunla paylaşması, dertleşmesi gereken belli meseleler vardır. İşte kendi ihtiyacı olduğu hâlde, hizmet adına bir yerde koşturan hayat arkadaşını bekleyen bir insanın saniyeleri hiç farkına varmadan seneler hükmünde ibadet şeklinde kabul edilebilir. Zira mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.(Bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/185-186) Eğer eşlerden biri hayır peşinde koşarken diğeri de maddî-mânevî ona destek oluyorsa, Allah’ın izniyle, her ikisi de o salih amelden hâsıl olan sevabı paylaşırlar.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Mescidin fonksiyonları

Soru: Asr-ı Saadet’te mescidin fonksiyonları nelerdi? Günümüz şartlarında camilerimizin hem mimari hem de içtimaî hayattaki yeri zaviyesinden Asr-ı Saadet’teki ruhla yeniden şekillendirilmesi hangi hususlara bağlıdır?

Bu mübarek mekânlar için, biz, “bir araya getiren, cem eden” mânâsındaki “câmi” ifadesini kullandığımız gibi, “secde edilen yer, secdegâh” mânâsındaki “mescid” kelimesini de kullanırız. Mescide, rükû edilen yer mânâsında “merka” veya ayakta durulan yer mânâsında “makam” denilmemiştir. Çünkü bu iki husus, her ne kadar namazın çok önemli iki rüknü olsa da, bunlardan hiçbiri insanın Allah’a o en yakın hâlini ifade eden secde hâliyle mukayese edilemez. Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) bu yakınlığı ifade etme adına

أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌلّٰهِ

“Kulun Rabbisine en yakın olduğu an secde hâlidir.” (Müslim, Salât 215; Ebû Davud, Salât) buyurur. Zira secdede, Allah’ın büyüklüğünü ifadenin yanında insanın kendi küçüklüğünü ortaya koyma gibi iki mü-lâhaza bir araya gelir; gelir ve bu iki mülâhaza bir araya gelip örtüşünce Allah’a en yakın olma hâli zuhur eder. Evet, kul, tevazu, mahviyet ve hacâlet içinde başını yere koyduğunda ve hatta mümkün olsa başını topraktan daha aşağı götürme azmiyle secdeye kapandığında Allah’a kurbet hâsıl olur. Bir yerde secdenin bu hâli şu sözlerle ifade edilmişti:

“Baş-ayak aynı yerde, öper alnı seccade,
İşte, insanı yakınlığa taşıyan cadde..!”

Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, mescit, kendi gurbetlerinden sıyrılıp Allah’a yakınlık peşinde koşanların ve bu kurbeti, iksir gibi bilenlerin sık sık koşup boşaldıkları, deşarj oldukları, belki diğer bir mânâda şarj oldukları mübarek mekânın adıdır.

Caminin kuşatıcı ikliminde hall u fasl edilen meseleler

Başta ifade edildiği gibi, “cem eden, toplayan” sözlük mânâsından hareketle cami kelimesini “insan-ların bir araya gelip toplandığı mekân” mânâsında kullanıyoruz. Fakat insanların bir araya gelip toplan-masını sadece cemaatle namaz eda etme şeklinde anlamak meseleyi daraltma olur. Caminin bu cem etme özelliğini daha geniş çerçevede ele almalıyız. Tabiî, onun bu özellik ve fonksiyonlarını en güzel şekilde anlayabilmek için de öncelikle devr-i risalet-penahiye bakmamız gerekir. İşte bu açıdan o altın çağa baktığımızda, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (aleyhissalâtu vesselâm) mesajını sunma, bazı meseleleri istişare etme, aldığı kararları infaz etme, bir problem karşısında alternatif çözümler üretme gibi değişik maksatlarla sahabe-i kiramı mescitte topladığını görüyoruz. Dolayısıyla caminin, namaz için insanları cem eden bir yer olmasının yanı başında, aynı zamanda Müslümanlığa ait pek çok meselenin halledildiği bir mekân olduğu anlaşılmaktadır. Evet, o kutlu mekân, yerine göre bir mektep, yerine göre bir medrese, yerine göre bir tekye, yerine göre de bir ibadethane vazifesi görür. Ayrıca cami, insanların bir araya ge-lerek itikâf yaptıkları, nefsaniyet ve cismaniyetten tecerrüt ettikleri, Hz. Pîr’in enfes ifadesiyle hayvaniyetten çıkıp cismaniyeti bıraktıkları, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselip seyahatlerini o yörüngede sürdürdükleri mübarek mekânın adıdır. Bu yönüyle o, sadece erkeklere mahsus bir mekân da değildir. Usûl ve şartlarına riayet edildiği, genel hava bozulmadığı sürece camiler, kadınlar için de bir araya gelip ibadet edecekleri kutlu mekânlardır. Çünkü Asr-ı Saadet’te mescit, erkeğe açık olduğu gibi kadına da açıktı.

Söylenilen bu hususları biraz daha açacak olursak; Mescid-i Nebevî’de halka-i zikirler teşekkül eder, değişik ad ve unvanlarla Zat-ı Vacibü’l-Vücud anılırdı. Aynı zamanda orada sohbet halkaları oluşur ve Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) o mübarek mekanda sohbet ederlerdi. Dışarıdan yeni gelen bir şahıs da hemen o halkaya dâhil olurdu. Allah Resûlü de, herkesin kendisini rahatlıkla görebileceği bir yerde dururdu. Zaten O’nu görme bile başlı başına ruhlarda inşirah hâsıl etmeye yetiyordu. Çünkü O’nu görmede insibağ vardır. Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhissalâtü vesselâm) öyle bir ciddiyeti, Allah karşısında öyle bir duruşu vardı ki, garazsız bir insan O’nu görür görmez hemen çok rahatlıkla dize gelir ve “Sen Allah’ın Resûlü’sün” derdi. Bunun farkında olan sahabe efendilerimiz de, O’nu temaşaya, gözlerinin mimiklerine varıncaya kadar O’nu yakından takibe can atarlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine teveccüh etmiş o insanlara, gönlünün o apak ilhamlarını boşaltırdı. Allah Resûlü, sohbete o kadar önem veriyordu ki, bir gün bir sahabi efendimizin şartları zorlayarak o halkanın içine girmeye çalışmasını takdir etmiş; halkanın arkasında oturmanın dûnhimmetlik olduğunu ifade buyurmuş; halkada yer bulamadığından dolayı ayrılıp giden birisi için ise

فَأعْرَضَ فَأعْرَضَ اللّٰهُ تَعَالَى عَنْهُ

“O geri döndü, Allah da ondan yüz çevirdi.” ikazında bulunmuştu. (Buhari, İlm 8; Müslim, Selam 26)

Mescid-i Nebevî’de kabul edilen yabancı heyetler

Bütün bunların yanında Allah Resûlü (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh) mescitte elçileri kabul buyu-ruyordu. O’nu görmek, dinlemek, doğru okumak ve O’nun ahval-i şahsiye-i âliyesini temaşa etmek üzere dört bir taraftan heyetler geliyordu. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’yi harem bölgesi ilan etmiş olmasına rağmen, orada yabancı elçi ve heyetleri de kabul ediyordu. En sahih hadis kaynaklarında geçtiği üzere Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) Necran Hıristiyanlarını Mescid-i Nebevî’de kabul etmiş ve onlar orada günlerce kalmıştı. Evet, Necran Hıristiyanları Mescid-i Nebevî’de yiyip içmişler, orada yatıp kalkmış, aynı zamanda orada kendi ibadetlerini yapmışlardı. Böylece o Zat’ın (aleyhissalâtü vesselâm), gece ve gündüzünü okuma ve O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha iyi tanıma imkânını bulmuşlardı. Her ne kadar onlar, önyargı ve sabit mülâhazalarından tamamen sıyrılamasalar da, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm bu imkânı çok iyi değerlendirmiş, onların gönüllerine girmesini bilmiş ve İslâm’a karşı belli ölçüde kalblerinin yumuşamasını temin etmişti. Zira netice itibarıyla görüyoruz ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onları ibtihala çağırdığında, yani “kimin hak kimin batıl üzere olduğunu anlamak için çoluk çocuğumuzu getirip ‘yalancı isek Allah’ın laneti üzerimize olsun’ diye yemin edelim” teklifinde bulunduğunda, böyle bir şeye teşebbüs edememiş, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı çıkmama sözü vererek oradan ayrılmayı tercih etmişlerdi. Daha sonra ise onlar, Hz. Pîr’in bir yerdeki ifadesiyle, İslâm’ın havz-ı kebiri içinde eriyip gitmişlerdir.

Görüldüğü üzere mescit, devr-i risalet-penahide çok engin bir vazife görüyordu. Orada Kur’ân ve Sünnet talim ediliyor, içtihat ve istinbatlar yapılarak fıkıh mülâhazasının temelleri atılıyor ve gelecekte inkişaf edecek İslâm düşüncesi mayalanıyordu. Damla orada derya oluyor, zerre de güneşe dönüşüyordu. Maalesef biz zamanla o camilerin kapılarını kapadık ve sadece beş vakit namazda açtık.

Kadın-erkek herkese açık mimarî anlayış

Ben şahsen ecdadımızın yaptığı her şeyi takdir ve tebcille karşılarım. Onlar çağlar boyu İslâm ve Müslümanlar için çok güzel hizmetler yapmışlardır. Fakat camileri, çoluk çocuk, kadın erkek herkesin rahatlıkla içine girip her türlü ibadetlerini yapabilecekleri bir mimarî felsefeye tâbi tutmamalarını bir eksiklik olarak görüyorum. Neden bizim camilerimizde, sırf kadınlar için, erkeklerin müşâhedesi altında ezilmeden, harama girme durumuna düşmeden, rahat hareket edebilecekleri, kendi mahremiyetlerine muvafık bir kısım ihtiyaç yerleri düşünülmemiştir? Neden o camilerin bir kenarında mahremiyetle muhat, kadınların da itikâf yapabilecekleri, hususi bir kısım itikâfhaneler inşa edilmemiştir? Evet, bu ve benzeri imkânlardan kadınlar niçin mahrum bırakılmıştır? Devr-i risalet-penahide kadınlar erkeklerin arkasında namaza duruyorlardı. Zannediyorum, hiçbirimiz dini yaşama mevzuunda o nezihlerden nezih Asr-ı Saadet insanlarından daha hassas ve daha titiz olduğumuz iddiasında değiliz. Çünkü levsiyat akan sokak ve çarşılarımız ve buralarda kirlenen, kararan kalb ve ruh dünyamız bizim nasıl bir hâlde olduğumuzu göstermeye yeter.

Evet, kadınlara yönelik ihtiyaçların bütün yönleriyle ele alınmamasını, caminin tamamiyeti adına bir eksiklik ve gedik olarak görüyorum.

Bu sebeple, camilerimizin kendine has o büyüleyen güzellikleri, yabancılar da dâhil, herkesin tema-şasına açık hâle getirilmelidir. Evet, herkes, o kutlu mekânların maddî-mânevî baş döndüren güzellikle-rini, estetik yönünü, mimarî fevkaladeliğini temaşa edebilmelidir. Bu maksadın tahakkuku için de cami-lerimizin hangi mimarî felsefenin tesirinde kalınarak inşa edildiğinin, kubbelerin, mukarnasların, nakış ve çizgilerin hangi mânâya geldiğinin düşünülüp müzakere edilebileceği zemin ve ortam oluşturulmalıdır.

Mescide gidiş ve orada bulunma adabı

Esasında A’râf sûresindeki bir âyet-i kerimede cami ve mescitlerin kapısının herkese açık tutulması gerektiğine işaret edilmektedir. Söz konusu âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

يَا بَنِي اٰدَمَ خُذُوا زِينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُۤوا إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ

“Ey Âdem’in evladı! Her namaz vaktinde mescide giderken, süsünüz olan elbisenizi giyinin. Yiyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri asla sevmez.” (A’râf Sûresi, 7/31) Dikkat edildiğinde görüleceği üzere burada muhataplara يَا بَنِي اٰدَمَ“Ey insanoğulları” diye seslenilmekte; “Ey Müslümanlar”, “Ey Mü’minler” veya “Ey namaz kılanlar” gibi bir hitap ifadesi kullanılmamaktadır. Böyle bir üslubun tercih edilmesi, yani Hz. Âdem’e izafe etmek suretiyle hitapta bulunulması, Müslüman olmayan insanlara da camilerin kapılarını açmamız gerektiğine bir işaret olarak anlaşılabilir. Böylece dine, dindara, cami ve mescidlere karşı belli bir önyargı içinde bulunan kimi insanlar, mescide geldiklerinde, o mescidin im-rendiriciliği karşısında zamanla önyargılardan sıyrılabilir, o güzel mekânı sevip onun o sıcak ve kucak-layıcı ikliminde eriyebilirler.

Âyetin devamında mahall-i içtima olan mescitlerimize giderken kılık kıyafetimize dikkat etmemiz isteniyor. Günümüz anlayışı içinde de insanlar bir toplantıya gidecekleri zaman günlük iş güç elbiseleriyle oraya gitmiyor, hususî hazırlık yapıp öyle gidiyorlar. Bilhassa cuma namazıyla ilgili varid olan hadislere baktığımızda meselenin daha titiz ele alındığını görürüz. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) cuma namazına gidecek Müslümanlara, gusül abdesti almalarını, misvak kullanmalarını, güzel koku sürünmelerini, cuma için ayrı bir elbise edinmelerini tavsiye buyurmuştur. (Bkz. Buhari, Cuma 2; Ebu Davud, Salât 219)

Başka bir hadis zaviyesinden meseleye bakacak olursak, Mudar kabilesinden bazı insanlar Mescid-i Nebevî’ye gelmişlerdi. Bunlar imkânsızlıktan dolayı yünden elbiseler giymişlerdi. Fakat sıcak olunca terlemişlerdi ve bunun sonucunda yün kokusu mescidin içine yayılmaya başlamıştı. Bunun üzerine Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) gözleri dolmuş ve onları o türlü urbalardan kurtarmak ve daha rahat elbise giymelerini temin etmek için sahabe-i kirama himmet teklifinde bulunmuştu.

Evet, mescitler birer toplantı yeri olması itibarıyla oraya başkalarını tiksindirecek bir keyfiyette git-mekten uzak durulmalıdır. Mü’minlere düşen, ter, ağız kokusu gibi rahatsız edici bir kısım olumsuzluklar olsa da onlara katlanmak olmalıdır. Fakat diğer taraftan insanları öyle bir katlanma mecburiyetinde bırakmamak gerekir. Bu mevzuda ne kadar hassas olunmalıdır? Bağışlayın, meselâ kronik bir boğaz faranjiti veya reflüsü olduğundan dolayı başkalarını rahatsız edici bir koku söz konusu ise, vakit geçir-meksizin tedavi yollarına başvurup o hâlin çaresine bakılmalıdır. Hiç kimsenin yanındaki bir mü’mini rahatsız etmeye hakkı yoktur. Bu tür rahatsız edici hususlar Kur’ân’a, ibadet ü taate kendini salmış bir insanın dikkat ve konsantrasyonunu dağıtabilir.

Bu açıdan mescide giden bir insan en temiz, en güzel elbiselerini giyerek, imkânı varsa güzel kokular sürünerek, imrenilir bir hâl ve vaziyette oraya gitmeye çalışmalıdır. Böyle bir davranış aynı zamanda mü’minlere karşı saygılı olmanın ifadesidir. Diğer yandan insanın, Allah’a en yakın olduğu secdegâha, orayı hafife alıyormuşçasına çirkin kokularla, kirli bir hâlde girmesi uygun değildir. Siz bir büyüğün karşısına çıkarken bile kendinize çekidüzen verirsiniz. Namaz ise Allah’ın huzuruna çıkmaktır. O, had-dizatında bir miraçtır. Şimdi böyle bir yolculuğa çıkan kimsenin Allah’a karşı saygının gereği olarak azami derecede temkin ve tedbirli olması gerekmez mi?

Âyetin devamında ayrı bir hususa daha dikkat çekme adına şöyle buyruluyor:

وَكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُۤوا

Yani; ey insanlar! Mescide gittiğiniz zaman temiz ve güzel elbiselerinizi giyin, en güzel heyet ve surette bulunun. Ne var ki, ne giymede, ne yemede, ne de içmede israfa gitmeyin ve hadd-i itidali koruyun. Zira Allah, diğer yerlerde olduğu gibi burada da israf edenleri sevmez. Meselâ “Ben her gün yeni bir cübbe giyeceğim.”, “Mescide gitmek için her gün elbisemi ütüleyeceğim.” gibi düşünceler bu mevzuda israf sayılabilir. İşte âyet-i kerime, yeme içme hususunu da hatırlatarak câmi bir emirle bize her yerde ve her işte hadd-i vasatı takip etmeyi, hiçbir zaman itidali elden bırakmamayı ve her zaman sırat-ı müstakîm üzere olmayı tavsiye buyurmaktadır.

Meşîet-i ilâhî ve adem âlemleri

"Meşiet" kelimesi Arapça'dır. "Şâe" fiilinin mastarı olan bu kelime "dilemek" mânâsına gelir. Ve Kur'an'da en çok geçen kelimelerden biridir. Meşîet, Cenâb-ı Hakk'ın dilemesi bakımından kader mevzuu ile alâkalıdır. Bu alâka sebebiyle de kaderin ayrı bir buudunu meydana getirmektedir.

Bizim hayatımızın müspet veya menfî kareleri, bizim leh veya aleyhimize olan yönleriyle tamamen Allah'ın dileme ve meşîetine bağlıdır. Allah (cc) neyi murad buyurursa onu yapar. O yaptığını ve yapacağını hiç kimseye sorma ihtiyacında değildir. Zaten: "Allah ne dilerse o olur. O'nun olmamasını dilediği ise asla olmaz." hadîsi bir kaidei mukarreredir.

Allah (cc) neyi dilerse o keynûnet kazanır, oluverir. Neyin olmamasını dilerse o da olmaz. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. O da Cenâb-ı Hakk'ın meşîetinin adem ve yok'a da taalluk etmesi meselesidir. Durum böyle olunca, Allah neyin olmasını murad eder ve dilerse o olur. Neyin de olmamasını dilerse o da olmaz. Evet meşîeti ilâhî yok'a da var'a da taalluk eder.

Yoksa, bazılarının dediği gibi, "meşîeti ilâhi taalluk ederse o şey olur, taalluk etmezse olmaz." gibi bir düşünce doğru değildir. Yani, meşîeti ilâhinin taalluk etmemesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Çünkü, yokluk da aynen varlık gibi meşîetin elinde yoğrulmaktadır.

Mu'tezile ve Cebriye, Allah Rasûlü'nün (sav) ifadesindeki bu inceliği kavrasalardı, düştükleri vartaya düşmeyeceklerdi. Zira, her iki durumu da Efendimiz (sav) meşieti "Keynûnet" ile anlatmaktadır.

İman ve hidayet hususunda da meşiet her şeydir. Meseleyi bu zaviyeden ele alanlar imanı tarif ederken şöyle derler: "İman, insanın iradesini kullanmasıyla, Allah'ın onun içinde yaktığı bir ışıktır." Sen çalışacaksın, Allah (cc) da onu yaratacak. Evet o ışığı sen yakamaz ve kalbinde sonsuza dek tutamazsın. O ışık ancak Allah dilerse yanar ve içteki aydınlık da ancak Allah dilerse hâsıl olur. Başkalarının hidayetine vesile olmak isteyenler, bu hususu iyi düşünmeli ve kendi vazifelerini yapıp neticeyi, yani, muhataplarının gönlünde iman nurunun yanması sonucunu Allah'tan (cc) beklemelidir. Bu sonuç hasıl olursa da, her şeyi asıl Sahibi'ne vermeli ve şirke düşmemelidir.

Evet, bir kere daha hatırlatmalıyım ki, "Allah dilemeyince olmaz." demektense "Allah'ın olmamasını dilediği olmaz." demek daha doğrudur. Böyle söylenirse, meşieti ilâhînin adem âlemlerine de taalluk ettiği ifade edilmiş olur. Acaba yok olan şeyler, kudret ve iradenin taalluk etmemesi sonucu mu yoktur; onlara yok diyoruz? Öyle değilse, yokluğuna kudret ve iradenin taalluku açısından mı yok diyoruz? İşte burada o farkı ortaya koymak için hadis-i şerifi iyi anlamak ve "Allah'ın dilediği olur, olmamasını dilediği olmaz." şeklinde tercüme etmek gerekir.

Üstad Hazretleri de, "adem alemleri" tabirini kullanıyor. Cenâb-ı Hakk'ın ilmi muhittir. İlmi, 'vacib'e taalluk eder, 'mümkin'e de taalluk eder ve aynı zamanda 'madum'a da taalluk eder. Cenâb-ı Hakk'ın kudreti ve iradesi ise mümkine taalluk eder. Haddizatında, ademin vücuda gelmesi de mümkündür. Öyleyse, adem alemleri de Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve iradesinin taalluk sahası sayılır.

Cenabı Hakk'ın ilmi ezelîdir. Aynı zamanda da ebedîdir. Ezel aynı zamanda ebed demektir. Zamansızlık, mekansızlık demektir. Cenabı Hakk'ın ilmi ezelden ebede kadar her şeye belli bir noktadan bakar, her şeyi ihata eder, her şeyi belli tutar. Hiç birşey yokken, Cenâb-ı Hakk'ın ilmi, yine o yokları biliyordu. Bir kısım şeyler vardı ki, onlar sonradan meydana gelecekti, olacaktı; mümkinü'l vücuddu. Onun karşılığında zaten Vacibu'l vücud vardır. Demek ki, bugün meydana gelen şeyler kudret ve iradenin taalluk alanına girdiği gibi; şu anda yok olan şeyler de, ilerde var olabilirler; dolayısıyla, onlar da yine Kudret, İrade ve Meşietin taalluk alanına girebilir.

Akılla çok şeyi kavrayamıyoruz. Bazı meselelerde farazî olarak bir fikir yürütüyoruz. Ama zatında bu husus doğru olabilir. Zatı Ulûhiyetle alakalı zatında doğru olabilir. Belki meseleyi tam sağlam bir çerçeveyle ortaya koyamıyoruz. Yani, Kudret ve İrade "yok"a nasıl taalluk ediyor onu kavrayamıyoruz. Ama tamamen mümtenî de görmüyoruz.

Kudret ve İradenin taallukuyla varlık sahasına çıkan şeylerin, o taallukun kesilmesiyle yok olması söz konusu mudur?

Meşieti ilâhîyle ilgili konuşurken çok dikkatli olmak lazım. Bazen sözlerimizin nerelere vardığını bilemiyoruz. "Yok olanların yok olması taallukun kesilmesiyle söz konusu mu?" gibi bir soruda "Yok olan şey, sanki sebeplerin fikdanıyla yok oluyor." gibi bir mânâya gelir ki yanlıştır. Her şeyde olduğu gibi yoklukta da illeti tâmme, meşieti ilahinin taallukudur.

İnsanın davranışlarıyla alakalı meselelerde illeti tâmme, iradei külliyenin yanında iradei cüz'iyenin taallukudur. Yaratma meselesi Allah'a (cc) mahsustur. Maturidîlerin zaten ortaya koyduğu farklılık odur; yani bir meseleyi Allah diliyor, onun olmasını murad buyuruyor. Sonra insan iradesi ona taalluk ediyor ve o oluyor. Oluyor derken de 'cebren oluyor' şeklinde anlamamak lazım; Allah yaratıyor. Orada da meşieti ilahi esastır. Allah'ın "ol" dediği oluyor. Esbab bi'l külliye bir araya gelse, illeti tâmme tecelli etse, yine de meşieti ilahi olmayınca, Allah'ın dilemesi olmayınca o şey meydana gelmez.

Meseleyi Cebrîlerin veya Cebri Mutavassıtların ele aldıkları gibi ele alırsanız, "Allah'ın dilediğinden başkasını dileyemezsiniz." derseniz, bu temelde doğrudur. İtikadımız açısından öyledir. Fakat bir âdeti ilahî vardır ki, bazan sizin dediğiniz, dilediğiniz ve kendisinin de dilediği şeyleri yapar; ama istese yapmaz. Size mesela birisi bir kötülük murad eder, Allah (cc) o kötülüğü infaz etmelerine meydan vermez. Oysa ki illeti tâmmesi vardır onun; ama Allah o işi yaratmaz. Yani, 'sebepler olursa mutlaka o iş meydana gelir' deyip Cenâb-ı Hakk'ı muztar gibi göstermek yanlış olur. Cebrîler insanı muztar gibi gösterirken hiç farkına varmadan, bir taraftan da biz Zatı Ulûhiyeti öyle mecbur gibi göstermiş oluruz.

İlleti tâmme; malulun vücudunu bizzarure iktiza eden, yani malulun kendisiyle meydana geldiği şey demektir. Fakat, "Bir şeyin illeti, Allah'ı o işi yaratmaya mecbur kılar, bir şeyin illeti varsa Cenâb-ı Hak onu yaratmaya mecburdur." demek Mutezile'nin hatalı düşüncesidir. "Siz sebepleri tamamıyla yerine getirirseniz, Allah, haşa neticeyi yaratmaya mecburdur." inancı çok büyük bir Mutezilî yanlışlıktır. "İnsanın, dileme gibi bir seçeneği yoktur, o yapmaya sevk edildiği şeyi yapacaktır; rüzgarın önündeki bir yaprak gibidir." sözü de Cebriye'nin çarpıklığıdır. Biri ifrat, diğeri de tefrittir.

Mesih nerede, Mehdi kim?

Mesih nerede, Mehdi kim?

Soru: Mesih ve Mehdi kimdir?

Cevap: Mesih, Hz. İsa aleyhisselâmın isimlerinden biridir. İsa aleyhisselâma; her türlü günâhtan korunmuş olması; dokunduğu hastaların Allah'ın izni ile şifa bulması; yeryüzünde çok seyâhat edip sesini-soluğunu her tarafa duyurması sebebiyle bu ismin verildiği rivayet edilmektedir. Ayrıca, Mesih, İbrânî dilinde mübârek mânâsındadır. Hz. İsa'nın şeref ve fazîletini ifade etmek için de ona Mesih denilmiş olabilir. Diğer taraftan, kıyâmete yakın ortaya çıkacağı bildirilen Deccâl'a da, gözünün biri adeta silik olduğu veya ortaya çıktığında, yeryüzünü kısa zamanda dolaşacağı için Mesih denmiştir.

Mehdi ise, hidayete ermiş, sırat-ı müstakîme yönlendirilmiş kimse demektir. Mehdi, zulüm ve adaletsizliğin her tarafı kapladığı bir zamanda gelip yeryüzünü adaletle dolduracağı ve İslâmı hâkim kılacağı söylenen, Ehl-i beytten olacağı işaret edilen halaskârdır.

İtikadî bağların zaafa uğradığı, amelin terk edildiği, muamelâtın tamamen gözden çıkarıldığı dönemlerde kurtarıcı bir zatın beklenmesinin tarihi çok eskilere dayanır. Yahûdîler de, Hristiyanlar da hatta onlardan önceki insanlar da ömürlerini hep bir kurtarıcı bekleyişi içinde geçirmiş; özellikle de zulme uğradıkları, gadre maruz kaldıkları zamanlarda böyle bir halaskâr beklemişlerdir. Peygamberlik silsilesinin devam ettiği devirlerde beklenen bir peygamber, bir Mesih'dir; Peygamber Efendimizden sonra da hemen her dönemde bir müceddid, bir kurtarıcı beklenmiştir; ama artık beklenen, bir peygamber değil, O'nun soyundan gelecek bir rehber, bir Mehdi olmuştur. Fakat, o da, Allah tarafından gönderilmiş bir elçi gibi algılandığından ve Fukahâ-yı Erbaa'dan (İmam-ı Azam, İmam-ı Malik, İmam-ı Şafiî ve İmam Ahmed b. Hanbel), kutuplardan, gavslardan ve hatta Kutb-ul İrşad'dan daha büyük olduğuna işaretler bulunduğundan ona gösterilen ta'zimi ifade etmek için "er-Rasûl" sıfatı ile beraber Mehdi-i Rasûl şeklinde anılagelmiştir.

Soru: Bir Mehdi beklentisi içinde olmak dinimizin esaslarına uygun mudur? Mesih ve Mehdi bekleyişinin dinî temelleri nelerdir?

Cevap: Zamanla bir kurtarıcının gelip, o dinin mensuplarını, bulundukları sıkıntıdan kurtaracağı inancı, bütün dinlerde vardır. Öteden beri böyle bir kurtarıcı, bir halaskâr, hidayet edici bir insan, bir Mesih ve bir Mehdi hep beklenmiştir. Bu bekleyiş, bir yönüyle de ehl-i imanda kuvve-i mâneviyeyi takviye etmek için değişik tecdid dönemlerinde insanların yenilenme azmini kamçılamıştır. Hatta denebilir ki, böyle bir bekleyiş belli ölçüde Hz. Musa ve Hz. İsa gibi peygamberlerin etrafında kümelenmeye vesile olmuştur. O devirlerdeki insanlar "Daha evvelki peygemberlerin haber verdiği güçlü irade, güçlü azim bu!" demişlerdir. Mesela, Hz. Yahya, Ahd-i Cedîd'in ifadelerine göre, "Ben sizi suyla vaftiz ediyorum, ama benden daha güçlü olan geliyor. Ben O'nun çarıklarının bağını çözmeye bile layık değilim. O sizi Kutsal Ruh'la ve ateşle vaftiz edecek." deyip durmuş, kendisi de bir peygamber olmasına rağmen aynı zamanda halazâdesi olan Hz. İsa'yı, o pek parlak Nâsıralı genci dinleyince, onun cemaat üzerindeki tesirini, dolu dolu heyecanını görünce, "Beklediğimiz Mesih bu zattır!" demiştir. Onun müjdesi herkeste bir heyecan ve intizar hasıl etmiş; Hz. İsa'ya şehadeti de, havârîlerin onun etrafında toplanmalarını hızlandırarak kuvve-i mâneviyelerini güçlendirmiştir.

İsrailoğulları tarihleri boyunca sürekli bir Mesih beklemişler, kendilerini "vaad edilmiş topraklar"a götürecek bir lider arayışında olmuşlardır. Kutsal kitaplarında da, bekledikleri halaskârın vasıflarını, özelliklerini görünce de intizarları adeta nâra dönüşmüş, bir kurtarıcı arayışıyla kavrulmuşlardır. Ne var ki, kutsal metinler tercüme edilirken ya da nesilden nesile aktarılırken aslî kaynaklar tahrif edilmiş ve ifadeler değiştirilmiş; neticede o ince meseleyi de bir buğu sarıvermiş. Bir buğulu cam arkasındaki eşyâ ne kadar net görünüyorsa, işte o mevzu da o kadar görünür, anlaşılır olmuş. Nihayet, İsrailoğulları, senelerce bekledikleri kurtarıcıyı karşılarında bulsalar da, çepeçevre kuşatıldıkları buğu ve sisten dolayı bakış zâviyesinde bir kırılma yaşamış ve inkara sapmışlar. Re'fet ve şefkatle gelen, herkesi kucaklayan Hz. Mesih'i inkar etmiş, sürgünlere göndermiş, eziyetlere maruz bırakmış ve hatta onu asmak için darağacı bile hazırlamışlar. "Sen o değilsin" demiş durmuşlar.

Hz. Mesih'den sonra da bir kurtarıcı bekleyişi devam etmiş. Hem Hz. İsa, hem de ondan önceki peygamberler tarafından müjdesi verilen İnsanlığın İftihar Tablosu, bütün vasıflarıyla bilinen ve aranan bir peygamber olarak asırlarca yolları gözlenmiş. Şam yolunda rahip Bahîra Allah Resûlü'ne: "Sen peygamber olacaksın. Ah keşke senin nübüvvetini ilân ettiğin güne yetişebilsem, yetişebilsem de ayakkabılarını taşısam ve sana hizmet edebilsem." derken böyle bir beklentiye tercüman olmuş. Aşere-yi mübeşşereden meşhur sahâbe Saîd b. Zeyd'in babası ve Hz. Ömer'in amcası olan Zeyd, "Ben bir din biliyorum ki onun gelmesi çok yakındır; gölgesi başınızın üzerindedir. Fakat bilemiyorum ki ben o günlere yetişebilecek miyim?" diyerek son nefeslerini alıp verirken o arayışı seslendirmiş. Ne var ki, O gelince, pek çokları yine aynı hataya düşmüş, değişik sâiklerle yine "Sen o değilsin." demişler. Bununla beraber, peygamber kendilerinden olmadığı için ya da dünyalık menfaatlerini kaybetme korkusuyla bazıları O'nu kabul etmese de senelerce dilden dile dolaşan müjde ilk sahabe efendilerimizin İslam saflarında yerlerini almalarında, Ensâr'ın gelip Akabe'de Efendimize bağırlarını açmalarında çok etkili olmuş. Evet, Ashab-ı Rasûl'ün, müşriklerin o kadar saptırma ve baştan çıkartma gayretlerine rağmen Efendimizin etrafında bünyan-ı marsus gibi kenetlenmeleri, Uhud darbesi karşısında sarsılmamaları ve Hendek savaşında dimdik ayakta durmalarında o meselenin önemli tesiri vardır. Efendimizin şahsiyetinin, görüntüsünün, mesajının, inandırıcılığının, emniyetinin, sadakatinin, vefasının ve fetânetinin tesiri olduğu gibi öyle bir bişâretin tesirinin olduğu da inkar edilemez.

Meselenin dinî temellerine gelince; Hz. Mesih'in âhir zamanda tekrar dünyaya döneceğini ve bu nüzûl keyfiyetini bildiren yaklaşık yüz kadar hadis-i şerif vardır. Bu hadislerden en az kırk kadarı, hadis kriterleri açısından sahih sayılır, yani erbabınca itimat edilen hadislerdir. Yirmi kadarı da hasen kabul edilmektedir, yani, ondan bir derece düşük de olsa sıhhatine güven duyulan hadislerdir. Yirmi-otuz tane de zayıf hadis vardır. Meselâ, Buhârî, Tirmizî ve Müsned'de rivayet edilen bir hadiste Allah Rasûlü (sav): "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, adaletli bir hükümdar olarak Meryem oğlu İsa'nın aranıza inmesi yakındır. Haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak ve bolca mal dağıtacak. Mal o kadar çoğalacak ki, artık kimse onu sadaka olarak kabul etmeyecek." buyurmaktadır. Yine Müslim, Ebû Davud ve Müsned'de rivayet edilen bir başka hadiste de: "İsa b. Meryem nâzil olunca Müslümanların emiri: "Buyurun bize namaz kıldırın." diyecek, Hz. İsa da: "Hayır, siz birbirinizin emirisiniz. Bu Allah'ın İslâm ümmetine bir ikramıdır." diyecektir." buyrulur.

Kur'an'da bu konuyu sarih olarak ifade eden bir ayet yoktur. Fakat bazı büyük alimler, mesela bu mevzudaki hadisleri de cem' eden Hindistan'lı Allâme Keşmirî, dört ayetin ahir zamanda Hz. Mesih'in ineceğine işaret ettiğini söylemişlerdir. Bu ayet-i kerimeler şunlardır: "Beşiğinde de, yetişkinliğinde de insanlara hitap edip onlarla konuşacak, salih insanlardan olacaktır." (Âl-i İmran, 3/46); "Kitap ehlinden her biri ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir." (Nisâ, 4/159); "Doğduğum gün, öleceğim ve diri olarak gönderileceğim gün bana selâm olsun." (Meryem, 19/33) ve "O, kıyamete bir alâmettir." (Zuhruf, 43/61).

Mehdi ile alakalı hadis-i şeriflere de iki örnek vermek yerinde olsa gerektir: "Mehdi bizden, Ehl-i beyttendir. Allah onu bir gecede zafere erdirecektir. Mehdi, Fatıma evlâdındandır" (İbn Mâce, Fiten, 34; Dârimî, Mehdi, 1). "Dünya hayatının sona ermesine bir gün bile kalsa, Allah zulümle dolu olan dünyayı adaletle dolduracak Ehl-i beytten birini gönderecektir" (Ahmed b. Hanbel, II, 117-118).

Cenâb-ı Hak, rahmetinin eseri olarak her bir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih, bir müceddid, bir halife-i zîşan, bir kutb-u âzam, bir mürşid-i ekmel ya da bir nevi Mehdi hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi muhafaza buyurmuştur. Bu hususu nazara veren ve siyaset sahasında Mehdi-i Abbâsî, diyanet âleminde Gavs-ı Âzam, Şâh-ı Nakşibend, aktâb-ı erbaa ve on iki imam gibi zatları misal gösteren Bediüzzaman der ki, "Madem O'nun âdeti öyle cereyan ediyor, âhir zamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem Mehdi, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır. Bediuzzaman, Mehdi ile alakalı hadislerin zayıf olduğu iddiasına karşı da, "Hangi mesele var ki, bazı kitaplarda ona ilişilmesin? Hattâ İbn-i Cevzî gibi büyük bir muhaddisin bazı sahih ehâdîse mevzu dediğini, alimler taaccüple nakletmişler. Hem her zayıf veya mevzu hadîsin mânâsı yanlıştır demek değildir. Belki an'aneli sened ile hadîsiyeti kat'î değildir demektir. Yoksa mânâsı hak ve hakikat olabilir." buyurmuştur.

Soru: Mesih ve Mehdi bekleyişinin su-i isti'mal edildiği dönemler de olmuş mudur?

Cevap: İslam Tarihi'nde mehdiyet makamına yakın bir konum ihraz eden pek çok insan gösterilebilir. Mesela; ciddi ıslahatı, çizgisindeki istikameti, seleflerine karşı saygısı, Sahabî'ye hürmeti, dini meselelerdeki mûtedil ve müstakim düşüncesi gibi hususiyetleriyle Abbasîler'den Mehdi (Rahmetullahi aleyh) bir mânâda Mehdi'dir. Emevîler içinde Ömer bin Abdülaziz bir Mehdidir. Ebû Hanîfe'den İmam-ı Rabbanî Faruk-u Serhendî'ye, ondan da İmam-ı Gazzalî ve Mevlânâ Halid-i Bağdadi'ye kadar mehdiyet vasıflarını hâiz gibi görülen bazı büyükleri zikretmek mümkündür. Onlar iddiasız, samimi, beklentilere girmeden dine hizmet etmişler, Mehdilik iddiasında kat'iyen bulunmamışlar, onların faziletlerini gören halk da etraflarında toplanmış ve bir hizmet salih dairesi oluşturmuşlardır. Ne var ki, diğer taraftan da bu mülahaza, bir kısım fırsatçılar tarafından sürekli istismar edilmek istenmiştir.

Daha Peygamber Efendimiz hayattayken, Müseylemet'ül-Kezzab, Tüleyhâ, Esved'ül-Ansî ve Secâh misal peygamberlik iddiasıyla ortaya atılan pek çok yalancı türediği gibi her dönemde "Âhir zamanda gelecek zât benim!" diye meydana çıkan kimseler de olmuştur. O ilkler ve Efendimizin vefatından hemen sonra "Ben de Peygamberim" diyen sekiz tane Deccal gibi her dönemde "Ben Mesih'im" diyen; hatta Efendimiz hakkında –hâşâ– "O Araplara gönderilmişti, ben daha umûmîyim." şeklinde şeytanî iddialarda bulunan hasta ruhlular her zaman var olmuştur. Dahası, Mehdi ile alakalı hadis-i şeriflerde "Âl-i beytimden bir tanesi zuhur edecek, ismi benim ismime muvafık olacak" dendiği için; yani, Mehdi'nin adının Muhammed, Ahmed gibi bir isim olacağına, Efendimizin ismiyle Mehdi'ninkinin -günümüzdeki moda tabirle- örtüşeceğine işaret buyurulduğu için az ileri yaşlarda adını değiştiren bir sürü insan çıkmıştır.

Mesela, Şâtıbî'nin bildirdiğine göre, Mansuriye fırkasının reisi Ebu Mansûr kendisine "Kisf" ismi vermiş, kendisinin Mehdi olduğunu ve Kur'an-ı Kerim'deki "Ve in yerav kisfen mine's-seâi sâkitan..." (Tûr, 52/44) ayetinin kendisine işaret ettiğini, ayetteki "kisf"in kendisi olduğunu iddia ederek hemen etrafında bir sürü insan toplamıştır. Güya o "semadan inen bir parça"dır. Ayetin asıl mânâsına gözünü yumarak sadece semadan inmesi hususiyetini düşünerek, insanların başına inen bir taş gibi olması mülahazasıyla "Ben Kisf'im" demiştir. Yine Şâtıbî'nin anlattığına göre; Kendisini Mehdi diye isimlendiren Rafizî Ubeydullah'ın iki tane müsteşarı varmış; birinin adı Nasrullah, diğerininki de Fetih imiş. Sözde Mehdi onlara "Siz Allah'ın kitabında "İzâ câe nasrullahi ve'l-feth..." diye anılan insanlarsınız. Ayet bize bakıyor. İslam'a fevc fevc dehalet de bizim elimizle olacak." diyerek güya Mehdiliğine deliller gösterirmiş. Şâtıbî gibi ciddi bir insanın anlattığı bu iki misal bile isimlerin ve vasıfların bazen nasıl su-i isti'mal edildiğini, nasıl bir fitne unsuru olduğunu ve bir coğrafyayı nasıl kan seylaplarına mahkum ettiğini göstermesi bakımından yeterlidir.

Bir kurtarıcı bekleme ve bunun istismar edilmesi mevzuu sadece dinî hayatla da sınırlı kalmamıştır. Mesela, ekonomik hayat adına da bir kurtarıcı beklemiştir insanların bazıları; sosyal hayat adına da bir halaskâr beklemişlerdir. Ekonomi adına kurtarıcı bekleyenler, bütün işçi hareketlerinin sonunda Avrupa'nın kan-irin içinde çağlaması karşısında Karl Marx'a dikkat kesilmişler; yazdığı yazılara, "Manifesto"suna ve "Das Kapital"ine bakarak onu insanlığın, hususiyle de işçi sınıfının, proletarya'nın halaskârı olarak görmüşlerdir. Doktor İkbâl'in –makamı Cennet olsun– "Peyâm-ı Meşrîk" (Şarktan Haberler) kitabında, "Rusya'da bir insan çıktı, Kitapsız Peygamber; halkın telakkisini seslendiriyor"; yani cahil, görgüsüz, din bilmeyen, çok çeşitli beklentiler içinde bulunan bir tip şeklinde resmettiği Marx'ı bazıları bir Mesih gibi istikbal etmişlerdir. Lenin'den Troçki'ye kadar daha pek çok kimse bazı insanlar tarafından bir halaskâr gibi alkışlanmıştır. Bazı dönemlerde, İslam dünyasında da, Mısır'dan Sudan'a, Suriye'den Somali'ye kadar hemen her yerde bazılarına kurtarıcı nazarıyla bakılmış, hatta –hâşâ– "O Arapların Peygamberiydi, Medine'nin Peygamberiydi, bu da bizim ki!.." deme dalalet, cehalet, gaflet ve küfründe bile bulunulmuştur..

Mesela; Râfizî düşünce tarih boyunca sürekli Mehdi çıkarmıştır. Muvahhidîn devletini kuran insan Mehdi'dir. Emevî ve Abbasî tarihleri boyunca ortaya çıkan bir çok siyâsî grup hep liderlerinin Mehdi olduğunu söyleyedurmuşlardır. Hatta Kuzey Afrika'da kurulan ve daha sonra Mısır'a da hâkim olan Şiî Fatımî devletinin ilk hükümdarının Mehdi olduğu inancı bu devleti kuran ve sürdüren kimseler tarafından inanılan bir husustur. Fâtımî devletinin başına bir çocuğu getirmişler; peygamber torunu dedikleri o uydurma kurtarıcının etrafında toplanmış ve o meseleyi su-i isti'mal etmişlerdir; etmişler ve müslümanların Haçlı seferleriyle, daha önce Moğol işgalleriyle sarsıldığı bir dönemde onlar istiklallerini ilan ederek fitne ve iftirak çıkarmışlardır. İşte, tahta atın içinde, devlet bünyesine sinen bu insanlar Haçlı ordularına kapıları açmış ve düşmanların istilasını kolaylaştırmış, İslam'ı arkadan hançerlemişlerdir. Karmatîler de aynı hususu istismar ederek senelerce fitne ve iftiraka sebep olmuşlardır.

Yakın tarihe doğru gelince, Somali Mehdi'sinden Sudan'da çıkan büyük Mehdi'ye –ki onu İngilizler öldürmüş, yakmış, külünü Nil'e savurmuşlardır ve Doktor İkbâl ondan çok dâsitânî bahseder– bir Mesih-i Mev'ud olarak alkışlanan Bahâullah'tan Hind Yogasıyla, meditasyonla meşgul olan, ruh gücünü ortaya çıkarmaya mâtuf bazı riyâzetlerle başı dönünce halüsinasyonlar görmeye başlayan, kendisine önce müceddid, sonra Mehdi-i Mev'ud, İmam-ı muntazar ve en sonunda Mesih-i Mev'ud diyen Gulam Ahmed'e, ondan da kendisini peygamber ilan eden Alija Muhammed'e kadar pek çok insan Mehdilik mevzuunu su-i isti'mal etmiş ve fitnelere sebep olmuşlardır.

Hususiyle de Râfizîler mehdiyet mülahazasını çok canlı tutmakta, "On iki imamdan birisi hayatta iken gizlenmiş, âhir zamanda çıkacak" demektedirler. Ne gariptir ki, Abbasî'lerin şerrinden kaçtığına ve saklandığına kâil oldukları kurtarıcının âhir zamanda Abbasî fitnesinden daha büyük bir fitnenin olduğu deccaliyet döneminde birden bire zuhur edeceğine, Kaf dağının arkasından çıkıyor gibi çıkacağına inanmaktadırlar. Bu mesele akîde bakımından da sorgulanacak bir husustur: Nasıl gelecek? Gökten mi inecek? Sırr-ı teklif nasıl olacak? Birinin içine girip ondan mı çıkacak? Siz reankarnasyona mı kâilsiniz? Ulûhiyet hakikatini taşıdığına inanıyorsanız, bu mülahazanızla acaba hulûl ve ittihaddan mı bahsediyorsunuz? Bu, usul-ü din açısından münakaşası yapılacak husustur ama onlar öyle inanıyorlar.

Aslında, fevkaladeden bir Heraklit bekleyişi mazlum ve mağdur milletlerin kaderî mülahazaları olmuştur. Hani M. Akif,

Sus ey dîvâne! Durmaz kâinâtın seyr-i mû'tâdı,
Ne sandın? Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı?
Bugün, sen kendi kendinden ümid et ancak imdâdı;
Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bîdâdı
Cihan kanûn-i sa'yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı!
Ne yaptın? "Leyse li'l-insâni illâ mâ se'â" vardı.

der ya; işte, kendi cehd ve gayretleriyle o bîdâdı kaldırma hakikatine kapalı bir kısım tembel ruhlar, miskin ve âciz fıtratlar gökten gelecek böyle bir Heraklit beklemektedirler. Sünnî dünyaya göre de bunun bir hakikati ve Mehdi bekleme temayülü vardır; fakat ehl-i sünnet anlayışına göre ona insan üstü özellikler atfedilmez; toplumu İslâm'a yöneltecek bir yönetici, bir ilim, kalb ve ruh adamı olabileceği ifade edilir.

Soru: Hz. İsa'nın tekrar dünyaya inişi nasıl olacaktır? O iniş mânevî bir iniş midir; yoksa şahsen ve cismen nüzûl de gerçekleşecek midir?

Cevap: İslam alimlerinden bazıları, Hz. İsa'nın şahsen nüzûlünü, Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine aykırı bularak, bu nüzûle "şahs-ı mânevî" nüzûlü olarak bakmışlardır. Bazıları da âyet ve hadisleri daha değişik şekilde te'vil etmişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri ise, Hz. Mesih'in nüzûlünün şahsen olacağını nefyetmemekle beraber, daha çok şahs-ı mânevî üzerinde durmuş ve Hz. Mesih'in nüzûlünü, Hristiyanlık âleminin İslâm'a iktida etmesi şeklinde anlamıştır. Hristiyanlığın tasaffisi için Hz. Mesih'in şahsen nüzûlünü de uzak görmemek gerektiğini ifade ederek, "evet, her vakit melekleri semâvattan yere gönderen, bazı vakitte Hazret-i Cibril'in Dıhye suretine girmesi gibi onları insan suretine vaz' eden, ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretinde temessül ettiren, hattâ ölmüş velilerin ruhlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, değil semâ-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hz. İsâ'yı, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden ceset giydirip dünyaya gönderirdi." demektedir. Üstad, temelde meseleye böyle yaklaşırken, nüzûl keyfiyetiyle alâkalı hadislerde zikredilen Şam'da Ak Minare'ye inmesi, bir atın üzerine binmesi.. vb. hususlarda da kat'iyen tafsilata girmemiştir.

Evet, Hz. Mesih'in bir şahs–ı mânevî olarak inmesini çok uzak görmüyorum. Olabilir, o ruh, o mânâ inebilir.. Buna kimsenin itiraz etmeye de hakkı yoktur. Şahs–ı mânevî olarak gelecek demek, bir şefkat ruhu, bir merhamet mânâsı öne çıkacak, insanlar üzerinde bir rahmet esintisi belirecek.. insanlar birbirleriyle anlaşacaklar, uzlaşacaklar demektir. Daha önce de arzetmiştim; diyalog ve hoşgörü adına değişik kiliselere gidilip "Gelin Kur'an'ı beraber okuyalım." deniliyor. Değişik yerlerde "Siz de bizim İncil derslerimize iştirak edin." diyorlar. Bu gidip gelmelerle Kur'an'a göre bir Hz. İsa inanışı çıkıyor ortaya. Kiliseden, Efendimize de inanan, kendilerine "Müslüman İsevîler" diyen insanlar çıkabiliyor. Bunu, İseviyetin tasaffisi, mesihiyet ruhunun mukaddimesi saymada bir mahzur görmüyorum.

Soru: Mesih ve Mehdi'nin gelişine inanmamak insanı dinden çıkarır mı? Nüzul-ü Îsa ve zuhur-u Mehdi'ye iman dinin esaslarından mıdır?

Cevap: Mesih ve Mehdi ile alakalı hadis-i şerifler ve ümmetin kabulü esas alınınca nüzûl-ü İsa'ya ve zuhur-u Mehdi'ye inanmak Efendimiz'e îtimadın ve güvenin ifadesidir denilebilir. Fakat bu mevzu Maturidî ve Eş'arî gibi Ehl-i Sünnet imamlarının eserlerinde işlenmemiş ve ele alınmamıştır. Ayrıca fer'î bir konu olduğundan ve âhad habere dayandığından dolayı bunu inkâr küfre sebeb olmadığı için ilk dönem akaid kitaplarına da yansımamıştır. Bununla birlikte, Şiâ'nın bütün kollarında Mehdilik önemli bir husustur ve Mehdi beklentisi sürekli işlenerek hep canlı tutulur. Şiâ'nın gizli imamı Mehdi'dir. Şiâ'ya göre bu gizlilik mutlaka bir gün sona erecek, yeryüzündeki bu zulüm ve adaletsizlikler yok olacak ve tarih boyunca haksızlığa uğratılan Ehl-i beytin intikamı alınacaktır.

Evet, bu mevzu mü'minlerin "âmentü" erkânına inandıkları gibi inanmaları gerekli olan meselelerden değildir. Âmentü'de ifade ettiğimiz altı iman esası; Allah'a, Meleklerine, (bütün) kitaplarına, (bütün) peygamberlerine, ahiret gününe (ve ahiret ahvaline) ve kaza-kadere (hayır ve şerrin Allah'dan, O'nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır. İmanın rükünleri kabul ettiğimiz bu altı esas arasında hurûc-u Mehdi ve nüzûl-ü Mesih yoktur. Eğer bunlar erkân-ı imaniye ölçüsünde mutlaka inanılması gereken, inanmayanı küfre götüren meseleler türünden olsaydı, bunları da Sahib-i Şeriat erkân-ı imaniye arasında sayardı. Erkân-ı imaniye'nin sayıldığı hadis-i şeriflerde Mehdi ya da Mesih'in zikri yoktur. Yine olsaydı, ehl-i sünnet imamları bunlara da erkân-ı imaniye arasında yer verirlerdi. Fakat, az önce de dediğim gibi ne Maturîdî ne Eş'arî ne de bir başka ehl-i sünnet imamı Mehdi ve Mesih'e imanı erkân-ı imaniyeden biri olarak saymamışlardır. Bu sözüme itiraz edilebilir ve "Evet, mutlak mânâda erkân-ı imaniye içinde yok ama, Kitab'a inanmakla mükellef değil miyiz? Kur'an'da dört ayetin Hz. Mesih'in ineceğine, Mehdi'nin zuhur edeceğine işaret ettiğinden bahsediliyor." denebilir. Hz. Mesih'in ve Mehdi'nin âdil, muksıt bir insan olacağına, "kıst"ı (insaf, merhamet ve adaleti) temsil edeceğine dair işaretler varsa da bu konuda sarâhat yoktur. Şüphe ve tereddüde meydan vermeden yani sarih bir şekilde ifade edilmediğine göre bu işaretler müteşâbihtir. Müteşabih olunca da, o mevzuda mülahazaya alınabilecek pek çok mânâlar vardır. Bir kelimeyi, bir mefhumu ve bir mantuku ortaya koyduğunuz zaman, o nass ölçüsünde bile olsa, sarih ifade edilmemiş ve bir zahire bağlanmamışsa pek çok ihtimal ve yorumdan herhangi birine mutlak inanmak şart değildir. İşaret edilen, adalet vasfıyla resmi çizilen, fotoğrafı ortaya konan insan, mesela, Ömer bin Abdulaziz de olabilir, Mehdi-i Abbasî de. Öyleyse, Mehdi-i Muntazar çoktan gelip gitmiştir.

Hatta bir başkası, ayet-i kerimelerin ortaya koyduğu fotoğrafın Hz. Fatih'e çok yakıştığını, ona uygun geldiğini söyleyebilir. Fatih'in asıl adı da Muhammed'dir, hadislerin ifade ettiği gibi Efendimiz'in ismine tam uyuyor. Hâkim'in Müstedrek'inde geçen İstanbul'un fethiyle alakalı hadis-i şerifi de nazara alırsanız, zaten Efendimiz'in iltifatına ve övgüsüne de mazhar olmuş bir insan. Dahası denebilir ki, şekli şemâili de Efendimiz'in şemâiline çok benziyor. Soyunun Ehl-i beyt'e dayanmadığını da kimse söyleyemez. Öyleyse, boşuna bir Mehdi-i Muntazar bekliyorsunuz. İşte Fatih; gelmiş, fonksiyonunu eda etmiş; dünyanın, hususiyle Bizans cebri ve zulmüyle inlediği bir dönemde bir sulh, sükun ve huzur devleti tesis etmiş ve adl u kıst ile doldurmuş dünyayı ki bu tam Mehdi'ye göre bir iş. Fakat, biri dese ki, "Ben Fatih'in Mehdi olduğunu kat'iyen kabul etmiyorum." Bunu söyleyen bir insan yine mü'mindir, dinden çıkmış olmaz; zira onun Mehdiliği te'vile, yoruma açık bir mevzudur ve ona inanmak dinin esaslarından değildir. Bu açıdan günümüzde de bir deli, bir ruh hastası çıksa ve "Ben Mesih'im veya ben Mehdi'yim." dese, onun bu iddiası bizi hiç ilzam etmez.

Soru: Din düşmanları, bazı samimi müslümanları ya da onların değer verdiği kimseleri karalamak için "Mesih veya Mehdi olduğunu iddia ediyor." gibi iftiraları da kullanıyorlar. Onların bu iftiralarını ve bazı insanların kendilerini Mesih ya da Mehdi zannetmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cevap: Enbiyâ-ı izâm Cenâb-ı Hakk'ın Zâtî tecellilerini temsil ederler. Hemen her insan üzerinde de, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden biri daha hâkimdir. Dolayısıyla aynı ismin tecellisine mazhar olan insanlar, bazen birbiriyle karıştırılabilir. Diyelim ki, Hz. Mesih bir reşhadır. Bir başkası ise, velâyet-i kübrâya mazhar olduğundan, seyr-i ruhânîsinde onunla aynı yörüngeyi paylaşır ve seyrini o zatın izinde, onun ekseninde sürdürebilir. Dolayısıyla o zata bakılınca, bazen "asl"a iltibas da söz konusu olabilir. Yani bazen gölge ile asıl karıştırılır. Mesela; Hızır'ın geçip gittiği yolda bir an yürüyenler bazen Hızır'ın kendisiymiş gibi zannedilebilir. -Bir kısım hüsn-ü zan kurbanları ve haddini bilmez benciller müstesna- bazı kimselerin mesihiyet ve mehdiyet iddiaları da işte böyle bir iltibastan kaynaklanmıştır/kaynaklanmaktadır.

Mesih ve Mehdi inancı tarih boyu su-i isti'mallere maruz kaldığı gibi günümüzde de hâlâ su-i isti'mal ediliyor olabilir ve bundan sonra da peygamberlik iddiasındaki yalancılar, mütenebbîler, Mehdi taslakları ve müteşeyyihler çıkabilir.

Eğer bir insan Kisf gibi, Sudan Mehdi'si ya da Somali Mehdisi gibi kendisinin Mehdi olduğuna inanıyor, Mesih olduğunu iddia ediyorsa, bu büyük bir iddia ve bir mübalağa olur. O zaman da meseleyi akîde açısından ele alıp analiz etmek gerekir. Ne demek istiyor o iddiasıyla? Mesih'in ona duhûl ettiğini söylemek istiyorsa, bir kısım kimselerin Hz. Mesih'de mütecessid bir uluhiyet gördüğü gibi, o da kendisini öyle görüyorsa, bu Müslümanlığa göre küfürdür; onu ifade etmek için dalalet kelimesi hafif gelir; evet, öyle bir iddia açıktan açığa küfürdür.

Eğer, o söz ve iddiasıyla, Hz. Mesih'in yörüngesinde seyr u süluk-i ruhânî yaptığını ve kazandığı şeffafiyetten dolayı kendisine bakanların O'nda bir Mesihiyet gördüğü mülahazasını kastediyorsa, işin doğrusu, bu da o ufka ait bir insan olmayı iddia etme açısından çok büyük bir tekebbürdür. Şâh-ı Geylanî gerçekten bir Mehdi olabillir; fakat hiçbir zaman böyle bir iddiada bulunmamıştır. Muhammed Bahâuddin Nakşıbendî böyle bir Mehdi olabilir ama kendisini hiçbir zaman o mertebede görmemiştir. İmam-ı Rabbânî bir nevi Mehdi'dir; ne var ki, kendisine insan olma payesini bile çok görmüştür. Zaten o ufkun erbâbı, iddiadan, kendine makam ve mevki biçmekten uzak kimselerdir.

Evet, meseleyi analiz ederek ele almak lazım. Bahis konusu olan söz seyr u süluk-i ruhânîde yörünge birliğinden dolayı bir iltibas mı? Çevrenin hüsn-ü zannından kaynaklanan bir yanılma mı? Çevrenin bu iltibasına tercüman olmak mı? Yoksa gerçekten o insan kendisini "vazifeli" mi zannediyor? Eğer öyle zannediyor ve bununla Mehdiliği kastediyorsa bu bir dalalettir. Mesihiyet iddiasında bulunuyorsa, o da küfürdür. Hiç kimse, "Ben Mesih'im" diyemez. Çünkü Hz. Mesih gelmiş, içimizden ayrılmış ve gitmiştir. Peygamber olarak gitmiştir. Birisinin kalkıp da, "Mesih'im" demesi peygamberlik iddiası olur, dolayısıyla da küfürdür. Hz. Mesih de kendisine "Ben peygamber değilim" deseydi O da aynı çukura düşerdi. Tehlikeli şeyler bunlar.. Peygamber "peygamber değilim" diyemez. Peygamber olmayan da "peygamberim" diyemez.. Öyleyse peygamber, peygamberliğini inkar edemediği gibi, onu ifade etme mecburiyetinde olduğu gibi; o meselenin şemmesini duymamış, reşhasına şahid olmamış, onu ihsâs etmemiş bir insanın kalkıp o iddiada bulunması da aynen küfürdür. Bu açıdan da, bir insan ehl-i sünnet çizgisinde ise, mişkât-ı nübüvvet altında yürüyorsa, hiçbir zaman böyle bir iddiaya kalkmayacaktır.

Az önce de ifade ettiğim gibi, "Din–i mübin–i İslam'ın yeniden dünyanın değişik yerlerinde kendisini ifade etmesi için ihtiyaç varsa Hz. Mesih, öteki âlemin ta öbür ucunda bile olsa böyle önemli bir fonksiyon için döner gelir!" diyor Bediüzzaman Hazretleri. Fakat, genel yorumu itibarıyla nüzûl-ü İsa'yı şahs–ı mânevî olarak yorumluyor. Mesihiyetin, bir cemaat ya da bir zümre tarafından temsil edileceği şeklinde bir yorum getiriyor. Ne var ki, bu konuda bir isim belirleme, onu bir insanda tecessüm etmiş şekilde görme, "falan şahıs odur" deme... işaret edilen şahıs Fatih'de olsa, İmam-ı Rabbânî de olsa, bu bir küfürdür. Hakiki mü'minlerin karşısında tirtir titreyeceği ve uzak duracağı şeytanî bir iddiadır.

Maalesef, soruda da ifade ettiğiniz gibi, bazı dönemlerde su-i isti'mal edilen bu mesele, din düşmanlarının samimi mü'minleri karalamak için kullandıkları bir sermaye haline gelmiştir. Bir kısım cahiller hüsn-ü zan ettikleri kimseler hakkında "Mehdi" tabirini kullanabilirler. Daha insaflı bazıları, "Belli bir zaman içinde bir mânâda Mehdi'nin bir vazifesini ifâ ediyor." diyebilirler. İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbânî ve hatta Bediüzzaman hakkında böyle diyenler çıkabilir. Her şeyden önce bu umumun kanaati değildir. Hele ondan sonrakiler hakkında öyle diyen de zaten yoktur. Öyle bir iddiada bulunan bir safderûn varsa şâyet, onu kendi safderûnluğuna mahkum etmek lazım. Aklı başında bir mü'min ne öyle bir dalalete tâlib olur, ne de -hâşâ ve kellâ- Mesih iddiası gibi bir küfrün arkasına düşer.

Diğer taraftan, kendisi öyle itikad etmese bile etrafındaki insanların hüsn-ü zanlarına, o türlü lâf ü güzafına göz yuman, o iddialara karşı sükut duran insan da küfre ve dalalete karşı sessiz kalıyor demektir. Öyle bir insan hakkında da, Efendimiz'in beyanlarından aldığımız bir sözle "dilsiz bir şeytan" desek sezâdır. Şayet bir kimseye, etrafındakiler "Mesih" diyorlarsa, o da bunu bildiği halde sessiz duruyor ve bu dalalete karşı onları ikaz etmiyorsa, o kimse, dilsiz bir şeytandır. O iddiayı kabulleniyorsa kendisi de kafirdir. "Mehdiyim" iddiasıyla ortalıkta dolaşıyorsa o kimse de dalalete sürüklenmiş bir zavallıdır. Bir müslümanın o tür iddiaları kabul etmesi mümkün değildir.

Fakat, bu mesele bir yönüyle karalamaya mâtuf istimal ediliyor. Bazıları bu iddialarla belli güçler tarafından ortaya çıkarılıp müslümanların aleyhine kullanılıyor. Bazı kimseleri hapishanede ilaç içirtip delirtiyorlar! Sonra da ona bin bir türlü küfür sözleri söyletiyorlar. Dünyanın değişik yerlerinde oluyor bunlar.. Türkiye'de de ehl-i dalalet, ehl-i küfür, diplomalı cahiller, Türk milleti'nin veya dünyadaki müslüman milletlerin kaderine hakim kaba kuvvetin temsilcileri bazı müslümanları karalama, bazı kimseleri ademe mahkum etme adına bu türlü iftiralarla kara çalma komploları kuruyorlar. Mesela diyorlar ki, "Falanın çevresindekiler ona Mesih nazarıyla bakıyorlar". Oysa maksatları hep karalama olan bu din düşmanlarının Mesih'den hiç haberleri yoktur. Mehdi'nin kelime mânâsını bile bilmezler. O mevzuda usul-ü dinin, fıkıh metodolojisinin ne dediğini hiç bilmezler, hatta Kitab'ı bilmez, ona inanmazlar. Ama gelin görün ki, müslümanları karalama adına hiç bilmedikleri bu meseleleri bile kullanır, mü'minlere iftira ederler.

Oysa ki, aklı başında, Kitab'ı ve Sünnet'i bilen bir mü'min ne öyle bir meseleyi kabul eder, ne de öyle bir mesele çevresi tarafından dillendiriliyorsa sükut durur. Arz ettiğim gibi, o tür iddiaları küfür sayar, sükutu da dilsiz şeytanlık kabul eder. Bu açıdan yedi dünya bilmeli ki, ehl-i dalalet ve ehl-i küfür bu tür iddiaları mü'minleri karalamaya matuf olarak bizzat kendileri ortaya atıyorlar. Ve yine yedi dünya bilsin ki, ehl-i iman hiçbir zaman bu lâf ü güzâflara inanmayacak, bu iftiralara kanmayacaktır. Onlar kılı kırk yararcasına, Kitap ve Sünnet'in emirlerini yerine getirecek, o türlü büyük iddialara asla girmeyecek, müslümanlığın tevazu, mahviyet ve hacâletten ibaret olduğunu kabul edecek, kulluğu her türlü payenin üstünde görecek ve Hz. Mevlânâ gibi "Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzad olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum." diyeceklerdir.

Meşruiyeti Tespit Yolları

Soru: Allah yolunda yapılan hizmetlerin meşru bir çizgide sürdürülmesi adına dikkat edilmesi gereken esaslar nelerdir?

Cevap: Öncelikle bir mü’min, ibadet ü taatlerini dinin emir ve tavsiyelerine göre yerine getirdiği gibi, insanlarla kuracağı ilişkileri veya irşat ve tebliğ adına ortaya koyacağı tavır ve davranışları da şer’î delillere bağlı götürmeye çalışmalıdır. Onun bu konudaki hassasiyeti ve araştırma azmi bile ona sevap kazandıracaktır. Çünkü Risale-i Nur’da da ifade edildiği üzere bir insanın günlük muamelelerinde dinin esaslarına uymaya çalışması, onun yapageldiği sıradan işlerini bile ibadete çevirir. (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 64)

Bu konuda başvurulacak öncelikli kaynak ise başta Kur’ân ve Sünnet, sonra da bunlara istinad eden icma, kıyas, istihsan, maslahat ve örf gibi diğer şer’î delillerdir. Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar fukaha-i izam, karşılaştıkları problemleri, bu delillere müracaat etmek suretiyle çözmüş ve hukukî boşlukları bunlarla doldurmuşlardır. Günümüzde de Kur’ân ve Sünnet’ten hüküm çıkarmaya ehil olan kişiler, yine aynı kaynakları kullanarak hayatın dine göre yaşanması adına çözümler üretebilirler.

Fakat herhangi bir konuda hemen içtihada gitmek yerine, öncelikle karşılaşılan problemlerin çözümünün selef-i salihînin safiyane içtihatları içerisinde aranması daha doğrudur. Zira onlar, içtihat ve istinbatlarıyla özellikle kendi dönemleri itibarıyla doldurulması gerekli olan bütün boşlukları doldurmuşlar ve hukukî hiçbir boşluk bırakmamışlardır. Onların bu içtihatları, bizim için de istifade edilmesi gereken önemli bir kaynaktır. Eğer aranılan meselenin çözümü burada bulunamazsa, işte o zaman yukarıda bahsedilen hüküm çıkarma metotlarına müracaat etmek suretiyle ehil olan zatlar tarafından yeni içtihatlar yapılabilir.

Karşılaşılan meselelerin veya düşünülen projelerin dinî bir asla dayanması ve onun asıl kaynaklarla uyumunun aranması öncelikli olsa da, bu mümkün olmadığında en azından bunların dine aykırı olmamasına dikkat edilir. Zira malum olduğu üzere dinde emredilmeyen ve yasaklanmayan fiiller, mubah alanı oluşturur. Bu alan da oldukça geniştir. Yer yer Kur’ân ve Sünnet’te bir kısım fiillerin mubah olduğundan bahsedilmiş olsa da hakkında herhangi bir nas bulunmayan fiiller de mubah alana girer. Zira eşyada mubahlığın asıl olması, önemli bir fıkıh kaidesidir. Yani bir şeyin emredildiğine ya da yasaklandığına dair dinde herhangi bir hüküm yoksa bu kaideye göre onun mubah olduğu anlaşılır. Bu açıdan bir mü’min, bu alanda rahat hareket edebilir ve istediği gibi tasarrufta bulunabilir.

Siyer Felsefesi

Usûl-i fıkıh kitaplarında hüküm istinbatında bulunabilmek için başvurulması gereken metotlar üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Çözümü aranan meseleyle ilgili olarak ilk bakılması gerekli olan kaynaklar, şüphesiz bunlar olacaktır. Fakat bunların yanında siyer felsefesi de ihmal edilmemelidir. O, Kitap ve Sünnet’te açık bir hüküm bulamadığımız durumlarda karşılaştığımız problemin çözümü adına bize yardımcı olacağı gibi, bu temel kaynakların doğru anlaşılmasına da ışık tutacaktır. Gerek Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gerekse sahabe-i kiramın kendi dönemlerinde meydana gelen hâdiseler karşısındaki duruşları, tavır ve davranışları, takrirleri ve hatta sükûtları bile bizim için önemli birer referanstır. Dolayısıyla aslî ve ferî delillerin yanında, siyerde bırakılan açık uçlar da çok iyi değerlendirilmelidir.

Bugün herkese karşı alâka duyan ve sinesini açan Hizmet gönüllüleri, farklı kültür, farklı din mensuplarıyla diyaloğa girmekte ve onlarla sosyal münasebetler geliştirmektedirler. Bunları değerlendirenler genellikle meseleyi götürüp Mevlânâ, Ahmed Yesevi, Hacı Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre gibi zatlara bağlıyor, bu gönül genişliğini o büyük zevatla aynı meşrebi paylaşma, onlara benzeme ve ittiba olarak değerlendiriyorlar. Hâlbuki o zatlar bu konuda ancak Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çırağı olabilirler. Bugüne kadar en büyük mürşitler bile O’na ittiba etmiş ve her meseleyi O’nun bu konudaki beyan, davranış ve takrirlerine bağlamayı marifet saymışlardır. Bu açıdan bizim için de asıl önemli olan, bütün faaliyetlerimizde olduğu gibi burada da Allah Resûlü’nün tavır ve davranışlarıyla uygunluk aramaktır. Mesela farklı din ve kültür mensuplarıyla diyalog kurma açısından O’nun hayatına baktığımızda, çok sayıda örnekle karşılaşırız. Dolayısıyla günümüzdeki bu türlü faaliyetleri, siyer-i seniyye ile irtibatlandırmak mümkündür.

Aynı şekilde günümüzdeki iman ve Kur’ân hizmetlerinde ortaya konan pek çok tutum ve stratejinin siyer felsefesine bağlı cereyan ettirilmeye çalışıldığını, her konuda olduğu gibi bu konuda da mukteda bihimizin, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun sireti, Sünnet’i olduğunu, en azından aklımız ve gücümüz yettiğince bu gaye-i hayale ulaşma azmi içinde bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Mesela bir taraftan kendimize ait değerleri muhtaç sinelere duyurma adına fevkalâde bir azim ve gayret ortaya koyma; fakat bunu yaparken asla usûl ve üslup hatasına düşmeme, düşüp manevra alanını daraltmama; başkalarında endişe uyarmama adına olabildiğine şeffaf ve açık olma; ortaya konulan mükemmel temsil ile herkesin güvenini kazanma ve bu güven kredisini verimli bir şekilde değerlendirmeye çalışma gibi davranışları Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hareket tarzıyla irtibatlandırmak mümkündür.

Siyer felsefesi üzerinde bugüne kadar çok az durulmuştur. Mesela medreselerde ne eskiden ne de yakın zamanlarda siyer felsefesinin ders olarak okutulduğunu duymadım. O, bugüne kadar tedrisat sistemi içine alınmamış, müfredat programlarına dâhil edilmemiştir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerinde meydana gelen olaylarla ilgili önemli eserler telif edilmiş olsa da bu olayları arka plânlarıyla ve temel felsefeleriyle birlikte değerlendirme, genel itibarıyla ihmal edilmiş bir iştir. Oysaki siyer, hem dinin anlaşılması hem de mü’minlerin istikamet üzere dinlerini yaşayabilmeleri adına doğru okunması ve doğru anlaşılması gereken çok önemli bir dinamiktir.

Arap dilini ve dinî ilimleri iyi bilmek Kur’ân’ın doğru anlaşılması adına çok önemli olsa da bu konuda sahabe-i kiramın anlayışına müracaat edilmediği takdirde bir kısım yanlışlara düşülebilir. Çünkü hem Kur’ân’ı hem de Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) murad-ı ilâhîye uygun olarak en iyi ve en doğru anlayanlar onlardır. Bu açıdan tedvin döneminde Kur’ân’ın hüküm ve maksatları ortaya konulurken, dil âlimlerinden önce, sahabe-i kiramın anlayışına müracaat edilmeli ve bunlar işin kaynağında aranmalıydı. Aranmalıydı derken, bu konudaki teessüfümü de ifade etmiş oluyorum. Genel bir prensip olarak selef-i salihîne saygıda kusur etmemeye çalışsam da tedvin döneminde yaşamış bazı âlimlere karşı böyle bir serzenişte bulunmadan da geçemeyeceğim.

Örf ve Maslahatlar

Bütün bunların yanında zamanın getirdiği yenilikler de göz ardı edilmemelidir. Biz ne sahabe ne tabiin ne de tebe-i tabiin döneminde yaşıyoruz. Yaşadığımız dönemin kendine mahsus bir kısım şartları var. Biz, kendi zamanımızın çocuklarıyız. Bu açıdan yol ve yönümüzü tayin ederken mutlaka konjonktürü göz önünde bulundurmalıyız. Zamanın bizden istediklerini çok iyi anlamalı, yorum gerektiren şeyleri ona göre yorumlamalıyız.

Esasen belli şartlar dâhilinde örf ve maslahatın fakihler tarafından hüküm çıkarmada önemli birer kaynak olarak kullanılması da bu kaziyeyi destekler. Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar fakihler onlar vasıtasıyla birçok probleme çözüm üretmiş ve birçok hukukî boşluğu onlarla doldurmuşlardır. İslâm, girdiği toplumlarda cari olan örf, âdet ve teamüllere toptan karşı çıkmamıştır. Fakihler dinin muhkem hükümlerinin filtresinden geçirdikten sonra bunlara vize vermişler; geçemeyenleri ise dışarıda bırakmışlardır.

Bu sebeple irşat ekseninde hareket eden insanlar, yapacakları faaliyetlerde ve atacakları adımlarda yukarıda bahsedilen temel kaynaklara ve bunlardan çıkarılan hükümlere bağlı kalmanın yanında; mutlaka kendi dönemlerindeki örf ve âdetleri de hesaba katmalı ve neyin maslahat olup olmadığını çok iyi tayin etmelidirler. Farklı bir tabirle onların alacakları kararlar hem Cenâb-ı Hakk’ın maksatlarına hem de toplum maslahatlarına uygun olmalıdır.

Umumî Belva

Hususiyle yapılacak faaliyetler toplum maslahatlarını gerçekleştirmenin yanında bir de insanların gönüllerini Allah’la buluşturma veya sahip olduğunuz değerleri başkalarına da anlatabilme adına uygun ortamlar hazırlama gibi dinin maslahatlarını da gerçekleştiriyorsa, işte orada mutlaka üzerimize düşeni yerine getirmeli ve ne yapıp edip bunu gerçekleştirmeliyiz. Hatta gerekirse böyle yüce bir gayenin tahakkuk etmesi adına, şahsî hayatımızla ilgili bazı tavizler vermeyi bile göze alabilmeliyiz.

Bazıları, içinde yaşadığımız zamanın şartlarını hesaba katmadığı için, böyle bir yaklaşımı tenkit edebilir. Hâlbuki irşat faaliyetlerinde bulunma gibi dinin yüce hedeflerini gerçekleştirmeye çalışma bir yana, günümüz Müslümanları günlük hayatlarında bile pek çok konuda taviz vermekten, bir kısım günahlara bulaşmaktan kendilerini kurtaramamaktadır.

Mesela, Kur’ân-ı Kerim Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben, قُلْ لِلْمُؤْمِنِينَ يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْ “Mü’minlere, gözlerini haramdan sakınmalarını ve iffetlerini korumalarını söyle.” (Nûr Sûresi, 24/30) buyurmaktadır. Oysaki günümüzde bu âyetin emrine sıkı sıkıya bağlı kalmak isteyen bir Müslümanın, evinden dışarıya çıkmaması ve çarşıya gitmemesi gerekir. Hatta namaz kılma gibi çok önemli bir ibadeti eda etmek için camiye gidilirken bile haram irtikâp etme ihtimali vardır.

Şunu kabul etmek gerekir ki siz, herkesin edebiyle oturup kalktığı, düşüncelere saygı duyulduğu, kimsenin hissiyatının rencide edilmediği Asr-ı Saadet döneminde yaşamıyorsunuz. Dolayısıyla dinî hassasiyetinize muhalif olan ve hoşunuza gitmeyen bazı durumları umumî belva diyerek göze almazsanız, kimseye kendinizi ifade etme fırsatı bulamaz ve hareket alanınızı daraltmış olursunuz. Siz kendiniz bu konularda olabildiğine hassas hareket etseniz bile, füruata ait bazı meselelerde kusur yaptığına şahit olduğunuz insanlara sanki büyük günah işliyorlar veya dinden çıkıyorlar gibi muamele etmemeli ve ağır ithamlarda bulunmamalısınız. Eğer bunu yaparsanız, dinin birçok emrinin ihmaline sebebiyet vermiş olursunuz.

Biraz daha açacak olursak, günümüzde Hizmet gönüllüleri geçmişten süzülüp gelen ve tabiatlarına mâl olan insanî ve ahlâkî değerleri muhtaç sinelere duyurabilme ve geçmişten tevarüs edilen kin ve nefretleri toprağa gömmek suretiyle gelecek nesillere sevgi ve hoşgörü atmosferinin hâkim olduğu güzel bir dünya bırakabilme istikametinde dünyanın dört bir yanına açılıyorlar. Gittikleri ülkelerde çok farklı örf ve âdetlerle karşılaşıyorlar. Her ülkenin kendine göre farklı kültür ortamları var. Hayatlar, insanlar, alışkanlıklar vs. farklı farklı. İşte bu farklılıklar içinde bir insanın dinin bütün füruatını milimi milimine yaşayabilmesi çok zordur. Müslüman ülkelerde bile günahla karşı karşıya kalmadan öğretmenlik veya üniversite hocalığı gibi bir vazifeyi yerine getirmenin çok zor olduğu bir dünyada yaşadığımızı unutmamalıyız.

Eğer siz ruhunuzun ilhamlarını başkalarının sinelerine boşaltabilme, onları kültür mirasınızla tanıştırma ve aynı zamanda onların da sahip oldukları güzellikleri alma adına değişik anlayıştaki insanlarla oturup kalkıyorsanız, çamurlu yolları aşmaya, sarp yokuşları tırmanmaya ve yıkılmış köprülerden geçmeye hazırlıklı olmalısınız. Çünkü bunları göze almadan gaye-i hayalinizi gerçekleştirebilmeniz mümkün değildir. “Aman, ne gözümüz, ne kulağımız, ne ağzımız, ne de ellerimiz hiç günaha bulaşmasın; âdâbına varıncaya kadar dinin bütün emirlerini hassasiyetle yerine getirelim.” düşüncesi haddi zatında çok güzeldir ve müminin duyarlılığını gösterir. Ama biz günümüz şartları içerisinde her meselemizi sadece buna bağladığımızda, bu, bir yönüyle yaşadığımız topluma karışmama, bir köşeye çekilip insanlardan uzak durmayı gerektireceğinden, içtimai hayat içerisinde yapılması gereken pek çok vazifeyi ihmal etmiş oluruz. Belki de bir dönemde bazıları bu türlü şeylere takıldıklarından ötürü, meydanı başkalarına bıraktılar ve kapanması çok zor boşluklar meydana getirdiler. Hâlbuki Müslümanlar hayatın ve toplumun içinde olmadıkları sürece, yaşadıkları hayat da kendilerine göre olmaz. Hayatın kendi değerlerinize göre şekillenmesini istiyorsanız, onun içinde bulunmanız gerekir.

İşte bütün bu yollardan geçmek zorunda kalan Müslümanlar, bir taraftan yaygın hâle gelen bir kısım imtihan unsurlarına katlanmaya, diğer yandan da fıkıh usûlündeki ifadesiyle ehvenüşerreyni (iki şerden hafif olanı) bulmaya çalışmalıdırlar. Yani hangi hareket tarzı dinin kurallarına daha muvafık veya -başka bir deyişle- daha az muhalifse onu tercih etmeli ve mefkûreleri adına yapmaları gerekli olan hizmetleri yapmalıdırlar.

 Esasında İslâm’ın ortaya koymuş olduğu hükümlerle gerçekleştirmeyi hedeflediği maksatlar açısından meseleye bakacak olursak, böyle bir hareket tarzının dinin ruhuna uygun olduğu görülecektir. Zira bu, bir meselenin getirisiyle götürüsünü, kazandırdıklarıyla kaybettirdiklerini iyi hesap edip ona göre hareket etmenin bir neticesidir. Özellikle Malikîlerin müstakil bir delil olarak kabul ettiği maslahat-ı mürsele prensibi de bu temele dayanmaktadır.

Aynı zamanda bu, Kur’ân’ın nüzûlünün ve İslâmî emir ve yasakların teşriinin yirmi üç senede tamamlanmasının ifade etmiş olduğu espriye de uygundur. Dinin hükümleri tamamlandıktan ve istikrar kazandıktan sonra -hâşâ- hiç kimsenin bunları değiştirme yetkisi yoktur. Medine dönemi ahkâmını göz ardı ederek kalkıp yeniden Mekkî hükümlere göre amel edemeyiz. Dinin esasları ve muhkem hükümleri sabit olduktan sonra yeniden başa dönemeyiz. Fakat bunun yanında namaz ve zekâtın alıştıra alıştıra ve yavaş yavaş emredilmesi veya faiz ve içkinin dört fasılda yasaklanması gibi dinî ahkâmın iniş keyfiyetinde önemli bir hikmet-i teşri bulunduğunu da göz ardı edemeyiz!

Fakat bütün bunların yanında şunu da ifade etmeden geçemeyeceğim: Evet, içinde yaşadığımız devrin ve şartların zorlamasıyla zaman zaman paçalarımıza çamur sıçrayabilir. Yaygınlığı dolayısıyla kaçınılması mümkün olmayan, füruata ait bir kısım mahzurlu şeylere maruz kalabiliriz. Bunları bir nevi belva-i âmm olarak görür ve çok önemli gördüğümüz vazifeleri fevt etmeme adına peygamber yolunda yürümeye devam ederiz. Fakat biz, fiilen mümkün olmasa bile en azından niyetlerimizle, üzerimize hiçbir kir ve çamur bulaştırmadan tıpkı anamızdan doğduğumuz gibi pak ve arı olarak ahirete yürüme niyet ve azmi içinde bulunmalıyız. Ayrıca bu tür konularda nasıl olsa belva-i âmm diyerek rahat hareket etmemeliyiz. Bir taraftan üzerimize mümkün mertebe az çamur sıçratmaya çalışmalı, diğer yandan da, elimizde olmadan maruz kaldığımız şeylerin bile ızdırabını duymalıyız.

Hâsılı, yürüdüğümüz yol peygamberler yolu olduğuna göre, bu yolun esaslarına bağlı kalmak zorundayız. Hedefimiz meşru olduğu gibi, bu hedefe yürürken de sadece üzerinde meşruiyet mührü taşıyan sebep ve vasıtaları kullanmalıyız. Hiç şüphesiz bunu sağlamanın öncelikli yolu ise bütün tavır ve davranışlarımızın Kur’ân ve Sünnet’e uygun olmasıdır. Fakat bu uygunluğu temin etmenin farklı yolları vardır. Bu, bazen -ehil olanlar için- doğrudan temel kaynaklardan hüküm çıkarma şeklinde olabileceği gibi, bazen de ehli tarafından çıkarılmış hükümlere ittiba etme şeklinde gerçekleşir. Aynı şekilde dinî hükümlerin çağa göre yaşanmasını kolaylaştıran iki önemli dinamik olan, -dine, dinin ruhuna muvafık- örf ve maslahata uygun hareket etme de aynı şekilde bu meşruiyeti sağlamanın yollarından birisidir. Bütün bunların yanında bizim için en büyük gaye olan i’lâ-i kelimetullah vazifesinin çağımızda hakkıyla yerine getirilebilmesi yer yer zaruretler, maslahatlar, umum-ı belva, tedricilik ve ehven-i şer gibi durumların gözetilmesini gerektiriyorsa, buna göre hareket edilmesi de aynı şekilde meşruiyetin sınırları içinde hareket etmenin bir başka ifadesi olacaktır.

Metafizik âlemin üveykleri ve beklenen diriliş

Soru: İnsanın maneviyata ve metafizik âlemlere açılabilmesi hangi hususlara bağlıdır?

Cevap: Bazı insanlar, maddiyatı her şey gördüklerinden dolayı manaya ve metafiziğe karşı kapalı bir hayat yaşarlar. Bu kişilerin maneviyata kapalı kalmasında fıtratlarının belli bir tesiri olsa da, asıl üzerinde durulması gereken husus onların bu konuda ciddi bir azm u ceht ortaya koymamaları, iradelerinin hakkını vermemeleridir. Esasında inanıyorum dese de, maddiyata gömülmüş, aklı gözüne inmiş insanlar, düşünceleri ve kanaatleri itibarıyla kendi elleriyle kendilerini ciddi bir darlığa mahkûm etmiş olurlar. Mesela onlar, değişik asırlarda yalan söylemeleri ihtimalinin olmadığı güvenilir insanlar tarafından nakledilen binlerce diyebileceğimiz keramet türü hadiselere inanmazlar. Hatta bazıları, rivayetlerin sağlamlığından dolayı kabul etmeye mecbur kalsalar da mucizeleri bile kabul etmek istemez, onları kendilerince değişik tevillerle maddi sebeplerle izah etmeye çalışırlar. Düşünce dünyalarını maddiyatla sınırlandırmış bu kişiler zamanla eşya ve hadiselerin metafizik yönünü anlama istidat ve kabiliyetlerini de köreltmiş olurlar. Bunun neticesinde eşya ve hadiselerin arka yüzünü göremez, şer gibi görünen hadiselerin ihtiva ettiği hikmetleri kavrayamaz ve te’vil-i ehadise vâkıf olamadıklarından dolayı da hadiselerin cereyanındaki değişik manaları anlayamazlar.

Hadiselerin arka yüzü ve hikmetin dili

Hâlbuki hadiseler, meydana geliş keyfiyetleri itibarıyla tıpkı birer âyât-u beyyinât (apaçık ayetler) gibi insanlar için farklı farklı manalar ihtiva eder. Fakat bunu görebilmek için insanın, evvela hadiselere latife-i rabbaniyesiyle bakması ve terkipçi bir kabiliyete sahip olması gerekir. Başka bir ifadeyle insan, şer’î emirleri olduğu gibi tekvinî emirleri de bir kitap gibi okumalı, bütüncül bir nazarla hadiseler arasındaki irtibatı yakalamaya gayret etmeli, sebep-sonuç münasebetlerini görmeye çalışmalıdır. Recaizade M. Ekrem’in ifadesiyle,

Bir kitabullah-ı âzamdır serâser kâinat,
Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.

Bazı hadiseler rastlantıya verilecek olsa ve bunların meydana gelme ihtimalinin yüzde bir olduğu söylense bile, bu tür hadiselerin alâkalı olduğu daha başka hadiseler de işin içine dâhil edildiğinde ihtimal hesapları binde bire, milyonda bire ve milyarda bire doğru düşmeye başlayacaktır. Şayet insan, hayatını süzerek yaşasa, zihnine gelen, gözüne takılan, ihsas ve ihtisaslarına çarpan hadiseleri bütüncül bir nazarla değerlendirmeye tabi tutsa bu hadiselerden ve bunlar arasındaki bağlantılardan çok derin manalar çıkarabilecektir. Aynı şekilde insan, kâinatta zerre kadar tesadüfe tesadüf edilmediğini her bir hadiseyle bir kez daha ayne’l-yakîn müşahede edecektir. Fakat bazı felsefecilerin yaptığı gibi hadiseleri münferit mütalaaya alacak olursa, o zaman da kâinattaki her bir harfin altında yatan Allah’a iman mefhum ve mazmununu göremeyecektir.

Bu açıdan maneviyata açılması için insanın, iradesinin hakkını vermesi, hadiseleri iyi süzmesi ve daha baştan hiçbir şeyin manasız olmadığına inanması gerekir. Öyle ki insan elinden düşen ve kırılan bir bardağın bile “te’vil-i ehadis” açısından mutlaka bir manasının olduğunu bilmeli ve o bardağın kırılmasının ifade ettiği mana ve mesajı anlamak için üzerinde düşünmelidir. Fakat yanlış anlaşılmasın bu bakış açısı, hadiseler karşısında tefe’ül ve teşe’ümlere girerek biriyle şımarma diğeriyle de ümitsizliğe kapılma demek değildir. Bilakis her bir hadisenin kendi diliyle anlatmak istediği bir mananın olduğunu kavrama demektir.

Metafizik âlemlere açılmanın sırlı anahtarı: Dua

Varlığın metafizik buudunu görebilmek için ikinci olarak insanın, ibadet ü taat yoluyla nazarî olan bilgilerini derinleştirmeye çalışması gerekir. Hiç şüphesiz en önemli ibadetlerin başında dua gelir. Çünkü o, Allah’a karşı halis bir ubudiyetin ad ve unvanıdır. Dua, sebepler üstü bir ibadet olduğu için, insanı sebepler üstü ufka ulaştırmada en önemli merdivendir.

Peki, insanın duada Allah’tan isteyeceği en önemli ve en büyük talebi ne olmalıdır?

Mesela biz, sabah akşam dualarımızda, اَلَّلهُمَّ اَجِرْنَا مِنَ النَّارِ وَاَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ الْاَبْرَارِ diyor ve Cehennem’den azat olma, Cennet’e kavuşma arzumuzu dile getiriyoruz. Cehennem’den uzak kalma ve Cennet’e girme hakikaten bir insan için çok önemli hadiselerdir. Fakat işin doğrusu insanın, bunlardan daha öte, istemesi gereken bir talebi olmadır: O da, Allah’ı doğru bilmeyi ve hiçbir zaman O’ndan gafil olmamayı taleptir.

Evet, insanın derin bir konsantrasyon ve şuurla dualarında elde etmek istediği en yüksek gaye bu olmalıdır. Öyle ki insan ellerini kaldırdığında her defasında öncelikle O’nun marifet ve rızasını istemeli ve bu isteğinde öyle ısrarcı olmalıdır ki, O’ndan gelen letaifin, ellerinin içinde karıncalanma meydana getirdiğini duymalı ve âdeta bir şeylerin yağdığını hissetmelidir. Tepeden tırnağa böyle bir gerilimi yakaladığında insan gönlünü yırtarcasına, şakaklarını zonklatırcasına, “Allah’ım, imanımı, marifetimi, muhabbetimi artır. İştiyakınla beni mest et. İçimi aşkınla doldur. Beni yolunun delisi eyle.” demelidir.

Siz hele geceleri bir kalkın ve samimi bir kalble bin defa Allah’tan bunları isteyin. Bakın o zaman Allah (celle celâluhû) nasıl fizik perdelerini yırtıyor, size yeni metafizik ufuklar açıyor ve siz de Allah’ın izni ve inayetiyle ruh ötesi âlemlere muttali oluyorsunuz. Unutmamak gerekir ki, kim bir şeyin arkasına düşer ve bu mevzuda ciddiyet gösterirse, arzuladığı şey kendisine lütfedilir. Ellerini arkasına bağlayıp müstağni bir tavırla “Veriyor musun, vermiyor musun!” diyen bir dilenciye kimse iltifat etmez ve bir şey vermez. Aynen öyle de insanın duasının kabul edilmesi; Allah’a tam bir teveccühle yönelmesine, başını O’nun eşiğine koymasına, ısrarla kapının tokmağına dokunmasına ve dualarına icabet edileceğine inanmasına bağlıdır.

Fakat dua, mü’min için bu kadar önemli olmasına rağmen üzülerek ifade etmek gerekir ki, günümüzde millet-i İslâmiyede en az alâka gören ibadet duadır. Maalesef o, çoktan şekil ve formatlara feda edilmiş durumdadır. Hatta camilerdeki dualar bile, ülfet ve gaflet ağında şekle kurban edilmiştir.

Bu ifadelerimizden, camileri ağzına kadar dolduran insanların yaptıkları ibadetlerin, ettikleri duaların kabul edilmediği mânâsı çıkarılmamalıdır. Hâşâ ve kellâ! Allah (celle celâluhû) en küçük ameli bile bir mü’minin lehinde değerlendirir ve zerre miktar dahi olsa onu mükâfatlandırır. Fakat unutmamak gerekir ki, bir insan değer verdiği şeyin kıymetiyle doğru orantılı olarak bir değer ifade eder. Siz dünyalık bir mala, bir köşke, bir villaya değer veriyorsanız, kendi değerinizi ona bağlamış olursunuz. Cennet’e değer veriyorsanız, Cennet kadar bir değeriniz olur. Fakat siz kulluğunuzu ve isteklerinizi, Allah’ın aşk u iştiyakına bağlamışsanız, O, namütenahi olduğu için, siz de namütenahi bir enginliğe ulaşırsınız.

Şayet siz, tesbih, tahmid ve tekbirlerinizle O’nu yüceltiyor, “Allah’ım kâinatın zerreleri adedince Sana hamd ü senalar olsun.” diyerek bunu içinizde duyabiliyor ve O’nu her anışınızda ürperiyorsanız, Allah nezdinde de yeriniz odur. Zira hadis-i şerifin ifadesiyle, nezdinizde Allah’ın yeri ne ise, Allah nezdindeki yeriniz de odur. Bu açıdan, sizin O’na ne kadar kıymet atfettiğiniz, O’nu ne kadar düşündüğünüz, O’nunla ne kadar oturup kalktığınız, O’nu ne kadar hecelediğiniz ve O’nunla ne kadar alâkadar olduğunuz çok önemlidir.

Metafiziğe kapalı değil, kendini metafiziğe kapatan insan vardır

Bir insan, bu ölçüde bir cehd ü gayret göstermeden de Allah ona ekstradan değişik mazhariyetlerde bulunabilir. Bu ayrı bir meseledir. Fakat objektif ve esas olan ölçü, insanın iradesinin hakkını vermesidir. Zira Cenâb-ı Hak; وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلَّا مَا سَعَى “İnsan için ancak sa’y u gayreti vardır.” (Necm sûresi, 53/39) buyurmuştur. Mefhum-u muhalifiyle ifade edecek olursak âyetin manası “insana çalışmasının, iradesinin hakkını vermesinin ve Allah yolunda koşmasının karşılığından başka bir şey yoktur” demektir.

Bu açıdan, “Ben, metafizik mülâhazalara açılamıyorum. Misal âlemini bilmiyorum. Hadiseleri bütüncül bir nazarla göremiyor, onlar arasında bir irtibat kuramıyor ve bir senteze ulaşamıyorum.” diyen bir insan öncelikle, bu konuda yapılması gerekli olan şeyleri yapıp yapmadığına bakmalıdır. Acaba böyle bir insan, farzları edadaki dikkatinin yanında peşi peşine hiç aksatmadan kırk gün teheccüd namazına kalkmış ve ardından alnını yere koyarak istenilmesi gereken hususları O’ndan istemiş midir? Bunu yapmayan bir insanın, maneviyata verdiği değer de o kadar demektir. Dolayısıyla bu şahsın maneviyat ufku da ona göre olacaktır. Öyleyse bazı kimselerin maneviyata kapalı oldukları doğru olsa bile, onları bu kapalılığa Allah mahkûm etmemiştir. Bilakis onlar kendi kendilerini maneviyata kapamışlardır. Daha doğrusu, metafizik âlemlere açılma adına yapılması gerekenleri yapmadıklarından, bu mevzuda iradelerinin hakkını vermediklerinden ötürü maneviyata kapalı kalmışlardır.

Soruda yer almasa da, son olarak, konuyla alakalı bir hususu ifade etmek istiyorum: Başlamış olan ve şu an itibarıyla bütün yeryüzüne ümit vaad eden bu diriliş bezminin devam etmesi ve oturtulacağı zemine oturtulması, maddi ve şer’î ilimlerle beraber maneviyata ve metafiziğe açık yetkin insanların eliyle gerçekleşecektir. Evet, fizik ve metafiziğin birleşik noktasında, bu âlemlerin gereklerini de yerine getirebilecek donanımda irade insanları yetiştirebildiğiniz takdirde, Allah dostu olan ve O’nu her şeye tercih eden o maneviyat kahramanlarının eliyle insanlık yeni bir bahara uyanacak, dünyanın çehresi bir kez daha gülecek ve yeryüzü bir baştan bir başa yeni bir dirilişe şahitlik edecektir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Millet Sevgisi

Milletimizi niçin sevmeliyiz? Aşk derecesindeki millet sevgisinin hakikati ve insana yüklediği misyon nedir?

Milletimizin ihyâsı

Daha on-onbeş yaşımdayken, babam iki şeyin hayranlığını ruhuma işledi: Biri Sahabe Efendilerimiz; diğeri de Osmanlı. "Yıldırım, Yavuz..." dediği zaman babamın gözleri dolar, bakışları buğu buğu olurdu. O günden bu güne, hiç hazmedemedim bu milleti ayaklar altına düşürenleri.. hiç hazmedemedim milletimizin büzüşüp, sıkışıp küçük, muhtaç, başkalarının eline bakan bir topluluk haline gelmesini. Koskocaman, cihanlara sığmayan bir millet nasıl oldu da, böyle iki gölün arasına sıkıştı kaldı? Nasıl bu halle övünüyor insanlar?.. Küçüklüğü nasıl öyle allıpullu gösteriyorlar? Hiç hazmedemedim...

Evet, insanımızın dilenci durumuna düşmesi ve başkasının kapısında el açması; malî, içtimaî ve ahlakî bir buhran yaşaması sinemde girdaplar meydana getiriyor. Ama ne yapabilirim ki, çaresizlikten dolayı iki büklüm, sabretmeye çalışıyorum. Fakat diğer taraftan da, gönüllerde üzüntü girdapları meydana getiren bütün hadiselerin milleti ihya etme istikametinde bizde metafizik gerilim hasıl etmesi gerektiğine inanıyorum. Yeis, atalet, bezginlik ve sürekli şikayet değil, ümit, sa'y ve Allah'ın inayetine sarılmak lazım geldiğine inanıyorum.

Üstad Hazretleri bir reçete veriyor: "Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhyâyı dinle olur şu milletin ihyâsı." diyor. Demek ki bizim dirilişimiz dine bağlılık içinde gerçekleşebilir. Diriliş destanları yazmakla değil, doğrudan doğruya halkın içinde olmak, onun nabzını tutmak, tıpkı bir çocuğu hayata taşıma, götürme, yükseltme gibi elinden tutup onun ayaklarıyla yürümek, yolun her dönemecine ait âdab u erkânı öğretmek.. ve yine aktif bir sabırla büyümesini beklemekle gerçekleşebilir.

Daha sözlerime başlarken şu hususu hatırlatmak isterim. Nazarlarını ahirete çevirmiş, hizmet diyarı olan bu dünyadan terhisini alıp sevgililer diyarına gitmeyi bekleyen bir insan olarak bütün samimiyetimle söylüyorum ki; insanımızın dirilmesi ve milletimizin ihyası derken, bazılarının Müslümanlara yakıştırdığı "dine dayalı devlet kurma arzusu", parti ve hizipçilik gibi milleti birbirine düşüren bütün unsurlardan uzak, maddîmânevî, dünyevîuhrevî garazlardan sıyrılmış bir duyguyu ifade etmeye çalışıyor ve bu necip milletin layık olduğu konuma yükselmesini kastediyorum.. milletçe çöküntü ve çözülmelerimizin gerçek sebep ve sâikleri sayılan ihtiras, tembellik, şöhret arzusu, makam sevgisi, bencillik ve dünyaperestlik gibi his ve duyguları atıp, manevi hayatın özü ve hakikati olan istiğna, cesaret, mahviyet, diğergamlık, rûhânîlik, rabbânilik ruhu ve hak duygusuyla bir kere daha fert fert fazilet âbideleri haline gelmemizi kastediyorum..

Değişik vesilelerle ifade etmeğe çalıştığım gibi, millet hayatına dair yaptığımız planlar, ne kadar yararlı da olsa, bu uğurda millî ruh katiyen fedâ edilmemeli; aksine, millet modernize edildikçe o daha da hassasiyetle korunmalıdır.. tâ beşikten başlayarak; anneler, yavrularına, millî rûhu terennüm eden ninniler söylemeli; nineler masallarını ve masal kahramanlarını şanlı geçmişimizin destanlarında aramalı; irfan yuvalarımız her vesileyle, şu muhteşem fakat tâlihsiz, şevketli fakat gadre uğramış milletimizin alabildiğine parlak ve fevvâreler gibi bulutlar arasında kendine yer aradığı dönemleri en heyecanlandırıcı üslûplarla dile getirmeli; edebiyatımız millî ruh ve millî düşünceyi işlemeli.. vaizler kürsülerde, hatipler minberlerde, konferansçılar geniş halk kitleleri karşısında bu millet gibi düşünmeli, bu millet gibi heyecanlanmalı, bu millet gibi konuşmalı, bu millet gibi sevinmeli ve bu millet gibi tasalanmalıdırlar.. tasalanmalıdırlar ki, bir zamanlar tabiî bilimlerden dinî ilimlere, tasavvuftan mantığa, şehircilikten estetiğe hemen her sahada varlığı didik didik eden dehâlarla; fıkıh ve hukuk üstatlarıyla; hayatlarını vicdan endeksli yaşamış, insânî normları aşan istidatlarla; muhakeme ve fetânet kahramanlarıyla ve sanat dâhileriyle her zaman çağının çok çok önünde yürümüş bu dünya, geçici bir aradan sonra yeniden bütün aydınlık ruh ve dimağlarını harekete geçirerek, bir ikinci veya üçüncü Rönesansı gerçekleştirsin.

İşte millet olarak bu mânâda bir diriliş için gayret göstermek, dinimizin bize yüklediği bir sorumluluk ve vazifedir.. "Emri bi'lmaruf, nehyi ani'lmünker iyiliği emretmek, kötülükten menetmek" sözleriyle ifade ettiğimiz bir vazifedir. Lügat itibarıyle, "herkesçe bilinen, meşhur" mânâsına gelen maruf kelimesi, Cenâb-ı Hakk'ın emrettiği, uygun bulduğu ve aklı selimin de hoş ve güzel gördüğü şey demektir. Reddedilen ve kabul görmeyen, nâhoş, sevimsiz, çirkin, insan tabiatına yabancı, tabiattaki dengeye muhalif ve teşriî emirler içerisinde kendisine açık kapı bulunmayan şeylere de "münker" denir.

"Emri bi'lmaruf, nehyi ani'lmünker" vazifesi varlığın yaratılış gayesine götüren bir yoldur. Zira, Peygember Efendimiz (sav), kâinat kendisi için yaratılan İki Cihan Serveri'dir. O'nun gönderiliş gayesi ise tebliğdir. Tebliğin özü de, "emri bi'lmaruf, nehyi ani'lmünker"dir. Demek ki, bir mânâda varlık, bu iş için yaratılmıştır. Şüphesiz varlığın yaratılış gayesi olan bu iş, işlerin en önemlisidir ve her Müslümanın yapması gerekli olan bir vazifedir.

Bu büyük vazife pek çok ayet ve hadisle te'yid edilmiştir. Mesela; "Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun." (Âl-i İmran, 3/104) "Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder kötülükten men edersiniz ve Allah'a imanınız tamdır." (Âl-i İmran, 3/110) ayetleriyle, "Ya marufu emredip münkerden nehyedersiniz ya da Allah sizin başınıza en şerlilerinizi musallat eder; sonra da ne büyüklerinize saygı gösterilir, ne de küçüklerinize merhamet edilir. O zaman en hayırlılarınız dua eder de kabul edilmez; istiğfar edersiniz, mağfiret olunmazsınız; yardım istersiniz de yardım gelmez." ve "Ademoğlunun bütün sözleri lehine değil, aleyhinedir; ancak marufu emir, münkeri nehiy ve Allah'ı zikir müstesna.." hadisleri bunlardan sadece birkaçıdır.

Ayrıca, Kur’an-ı Kerim'in her ayeti vecizdir; fakat, İbni Mesud Hazretleri'nin "Hayrı ve şerri bundan daha câmî (bir arada zikreden) bir ayet yoktur." diyerek işaret ettiği, Nahl Sûresi'nin 90. ayeti, maruf ve münkeri hülasa eden, tek başına mücelletlere sığmayacak bir muhtevayı hâizdir. Bu ayeti kerimenin meali şöyledir: "Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsanı, muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder; hayasızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir." (Nahl, 16/90)

Bu ayeti kerimede, umum maslahatları hasıl edecek üç emir sayıldıktan sonra, negatif planda esas alınan şeylerden ilk olarak fuhşiyât zikredilmiş. İhtimal, hem ferdî planda hem de toplum planında bütün münkerâtın başlangıcını fuhşiyât teşkil ettiği için ona öncelik verilmiş.. insanın hayvani yanlarının öne çıkmasını, basınyayın yoluyla, roman, hikaye ve şiir vasıtasıyla ortaya konan her türlü müstehcenliği ve bohemce hayatı da ihtiva eden fuhşiyâttan sonra marufun karşılığı olan "münker"; yani, İslâm'ın ve selim aklın gayri meşrû, kötü saydığı şeyler yasaklanmış.. üçüncü olarak da "bağy"; yani, insanın kendine zulmetmesinden, anababasına isyanına, devlete başkaldırıp toplum huzurunu bozmadan, Allah'ı (cc) inkara kadar geniş bir taalluk sahası olan azgınlık ve taşkınlık nehyedilmiş.. ve böylece, dini hayatın ancak bu şekilde gerçekleşeceği; bir millet dirilecekse ancak bu esaslarla dirileceği anlatılmıştır.

Bir başka ayeti kerimede "Ey iman edenler, Peygamber sizi, din ve dünyanız itibarıyla dirileceğiniz şeylere dâvet ettiğinde, Allah ve Rasûlü'nün bu çağrısına icâbet ediniz!" (Enfâl, 8/24) buyurulmaktadır. Beşerin gerçek hayata ulaşması, hayatı bütünüyle duyup tatması için Allah (cc) ve Rasûlü'nden (sav) gelen çağrıya hemen uyulması emredilmiştir. Bu emir öyle hassas ve önemlidir ki; bir gün, sahabe efendilerimizden Said b. Muallâ namaz kılıyorken Allah Rasûlü onu çağırır. O da namaza başlamış olduğu için, devam etmesi gerektiğini ve namazı bitirdikten sonra Efendimiz'e "Lebbeyk Yâ Rasûlallah!" diyebileceğini düşünür. Rasûlü Ekrem (sav) "Seni çağırdım, niye koşup gelmedin?" buyurunca sahabi efendimiz "Ya Rasûlallah, namaz kılıyordum." der. Peygamber Efendimiz (sav) "Sen Cenâb-ı Allah'ın 'İstecîbû lillâhi ve li'rRasûli izâ daâküm Sizi çağırdığında Allah ve Rasûlü'nün bu çağrısına hemen icâbet ediniz.' (Enfal, 8/24) emrini duymadın mı? Çağrıldığında namazı dahi kesip peygambere icabet etmelisin." der. İşte, marufa sahip çıkmak ve nehye karşı cephe almak da peygamber çağrısına icabetin ifadesidir ve hem fert, hem de cemiyet planında çok önemli bir mesele, farzlar ötesi bir farzdır.

Az önce de hatırlattığım ayette Allah (cc), "Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz; iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz ve Allah'a inanırsınız." (Âl-i İmran, 3/110) buyurmakta ve hayırlı bir toplum olmanın yolunu göstermektedir. Ayette "Küntüm hayra ümmetin Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz." (Âl-i İmran, 3/110) denmiş ve bir sonraki cümle mukadder suale cevap veren bir isti'nafî (başlı başına) cümle olarak söylenmiştir. İki cümle arasında tam bir münasebet (irtibatı kâmile) olduğu için cümleler arasına atıf edatı (bağlaç) konulmamış ve hemen ayetin "iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz ve Allah'a inanırsınız." kısmı getirilmiştir.

Bu ayette kullanılan fiiller de süreklilik ve geniş zamana delalet eden bir kiple ifade edilmiştir. Yani, siz hem bugün, hem de yarın kendinizi marufu emretme ve münkerden nehyetmeye adamışsınız; onun için hayırlısınız, denilmiş ve bu şekilde hayırlı olmanın yolu da gösterilmiştir. İlmî keşifler, icadlar, sosyal ya da ekonomik sahadaki buluşlar.. bunlar çok önemli olabilir. Fakat hiçbir şey bu vazife kadar önemli değildir. Eğer onlar da bunun kadar önemli olsaydı, Allah (cc) ilim ve teknolojiyle alakalı bazı peygamberler görderir; "teknoloji peygamberi, rönesans peygamberi, ilim peygamberi" filan derdi. Oysa ki, peygamberlerin vazifei asliyesi, emri bi'lma'ruf, nehyi ani'lmünker olmuş; onlar, insanları tabiatlarında mündemiç bulunan duyguların tesirinden kurtarıp, ilahi tesir alanına yükseltmeye ve kalblerle Allah (cc) arasındaki cismaniyete ait, cismaniyetten kaynaklanan mânia ve engelleri bertaraf ederek Allah ile insan buluşmasını sağlama gibi mukaddes bir gayeyi gerçekleştirmeye çalışmışlardır.

Şimdi gelin tekrar kendimize dönelim. Evet, hicran duyma, içimizde burukluklar yaşama, milletimizin şu anki muhtaç ve düşkün halini hazmedememe.. bütün bu mülahazalar bizi, milletimizi doğrultup, onun ruhunun heykelini yeniden dikerek, onu tekrar özüne döndürmek için azim ve gayrete sevk ediyorsa kıymetlidir. Kur'an'ın, emredilmesi gereken "maruf" ve kaçınılması icab eden "münker" olarak anlattığı hususlara riayet etmek suretiyle evvela asıl profili ikame etmek, milletimizin ruh heykelini dikmek ve sonra da bu mukaddes vazife ne kadar zaman, ne kadar cehd ve ne kadar gayret istiyorsa onu ortaya koymak gereklidir. İçimizdeki hüzün girdabı bizi bu uğurda müçtehidâne ve müceddidâne bir gayretle, hatta bazen peygamberâne bir azimle milletimize hizmete sürüklüyorsa o hüznün bir kıymeti vardır.

Bir milletin ruhunun heykeli ikame edilirken dikkat edilmesi gereken en önemli husus, o milletin özü, tabiatı ve millî karakterinin gözetilmesi ve korunmasıdır. O diğer bütün milletlerden farklı olabilir; fakat bu farklılığı, onun herkesle uyum içinde olmasına mani değildir. Bir ferdin herkesle iyi geçinmesi, onun kendi olarak kaldığı zaman bir kıymet ifade eder. Eğer o, kendine ait değerler açısından asimile olmuş, başkalarına karışıp tamamen onlara benzemişse, o zaman o şahsın iyiliği ve kötülüğünden, hoşgörü ve başkasını kabulünden bahsedilemez. Neyi hoş görecek, neyi olduğu gibi kabul edecek ki? O zaten diğerlerine iltihak etmiş, erimiştir onlar arasında. İnsan ancak kendisi olarak kalır, kendine ait hususiyetlerin hiç birinden taviz vermez ve fakat, herkese de sadrınısinesini açabildiği kadar açarsa, yeryüzünde diyaloğa geçemeyeceği hiç bir fert kalmayacak kadar insanlığa açık yaşarsa, işte o zaman hoşgörüden ve başkasını kendi konumunda kabulden bahsedilebilir. Fert için geçerli olan bu husus millet için de geçerlidir. İşte gerçek ihya da budur. Ve Üstad, onu bir cümleyle ifade etmiştir: "Milletin ihyası ancak dinin ihyası ile olur."

Evet, biz bütün himmet ve gayretimizi, negatif şeylerden rahatsızlık duyup onabuna kızma, insanlara kin besleme ve bağırıp çağırma; böylece azmimizi ve dolayısıyla kendimizi tüketme istikametinde değil, problemleri tüketme yönünde kullanmalıyız. Biz, bir taraftan rahatsızlık duyduğumuz negatif şeylerden, bir taraftan da ümit emarelerini aldığımız bütün pozitif mülahazalardan beslenerek, iki kanaldan azmimize su taşıyarak bütün güç ve gayretimizi toparlayıp peygamberâne bir kararlılık içinde milleti ihyaya sarfetmeliyiz.

Bir hesabı olmalı milletimizin her ferdinin. Ülkesini ve milletini seven her şahıs "Ben şu kadar yatırım yaparsam, ortaya şu kadar enerji koyarsam, içinde bulunduğum çağda cereyan eden hadiselerin rüzgarını şu kadar arkama alırsam, hızımı şu kadar artırırsam, bu yolu şu kadar bir zamanda katedebilirim.." demeli ve bulunduğu konumda millî kalkınmanın bir yanını teşkil etmeli.. Mesela; bir öğretmen, bir öğrenciyi yetiştirmek, yani potansiyel insanı realite planında insanlığa yükseltmek için ne kadar zamana ihtiyaç varsa onu düşünmeli.. sadece öğretim açısından düşünecek olursanız: ilk ve ortaokul, lise, üniversite ve günümüzde önemli görülen bir master, doktora eğitimi.. öğretmen bütün bu süreci düşünmeli ve bir hayat boyu talebesinin önüne çıkacak hadiseleri daha en baştan hesap ederek onu hazırlamalı.. böylece milletinin istikbale yürümesinde onun da katkısı olmalı.

Bu meselede çok önemli bir husus da şudur: Milletimizin ihyası, diğer cankeş milletlerin de o halden sıyrılıp hayata yürümesi demektir. Türk milletinin dirilişi, geleceğin dünyasının yeniden şekillenmesi adına çok önemlidir. Hep arz ettiğim bir hususa bağlayarak ifade edeyim müsaadenizle; Türk milletinin şuuraltı kredisi çok zengindir. Bu millet, dokuz asır İslâm dünyasının hâmîsi olma gibi bir misyon eda etmiş ve bütün milletlerin şuuraltında öyle yer almıştır.

Bazıları bunu kıskançlıktan ve hazımsızlıktan dolayı red ve inkar ediyor olabilir. Bazıları "Niye onlar, biz değiliz." diyebilirler. Sahabei Kiram Efendilerimiz Arap milleti olarak çok hızlı semere vermişler. Fakat bildiğiniz gibi o ihtişamlı dönemin hepsi otuz senedir. EmeviAbbasi dönemini işin içine kattığınız zaman bu sürenin tamamı üç asır olur. Ondan sonra da Türkler devreye giriyor. Bize şeref olarak Efendimiz (sav) ve O'nun mesajına mazhar olmamız da yeter. Fakat içinden çıktığı millet olarak Araplar, "Biz dünyalara değer bir kıymete malik, şerefli bir milletiz." deseler; bu söz doğrudur. İnsanlığın İftihar Tablosu onların içinden çıkmıştır. Fakat bu millet de diyebilir ki, "Evet o bizim Peygamberimiz, canlarımız O'na feda olsun; ama Cenabı Hak bize de öyle mükemmel bir millet kökü vermiş ki, o tam dokuz asır Efendisinin bayrağını en yüksek burçlarda dalgalandırmış, İslâm dünyasının hâmîsi olmuş.. sağdansoldan, alttanüstetten, Çin'denMaçin'den, Hind'denYemen'den gelen saldırılara karşı dini siyanet etmiş." İşte bu, bu gün olmuyorsa bile, gerçekleştiği dönemler itibarıyle şuuraltlarına inmiş, o milletlerin şuuraltı beslenme dönemlerinde zihinlerine adeta kazınmıştır ve zaten insaflı olanlar da bunu kabul ediyorlar.

Evet, bir gün bu millet silkinir, son metamorfozunu yaşar, kendisi ve özü neyse ona göre şekillenir ve ona göre inkişaf ederse, göklerde uçmak hakkıysa şayet.. bir tırtıl gibi ağaçların kabukları üzerinde gezme yerine kelebek olup uçarsa.. işte o zaman, başkasına benzemede ve münkerde onu taklit eden diğer milletler, iyilikte ve marufta da taklit edecek, bu milletin arkasına düşecektir. Dolayısıyla bu milletin dirilmesi, sadece bir milletin değil, aynı zamanda İslâm dünyasının dirilmesi ve sonra bütün dünyanın dengelenmesi olacaktır. Zira, şu anda problem bir tane değildir. Bu millet bugün hem kendi yetimliğinin hüznünü, hem İslâm dünyasının birbirine düşman olmasının ve dağınıklığının hasıl ettiği yetimlik hicranını ve hem de dünyada dengelerin bozuk olması yetimliğinin hasretini yaşamaktadır. Bütün bu yetimliklerin hepsinden birden sıyrılmayınca bu millet yetim kalmaya mahkumdur. Dolayısıyla bu milletin dirilmesi çok önemlidir.

Bazıları "Niçin meseleyi bu millete bağlıyorsun, bu ırkçılık değil mi?" diye itiraz edebilir. Oysa Anadolu öyle bir ırka irca edilecek bir milletten mürekkep değildir. Anadolu insanının kimi Laz, kimi Gürcü, kimi Kürt'tür. Bazıları Asya'dan gelmiş, bazıları Mezopotamya'dan, bazıları da Balkanlardan... ve bu farklı yerlerden gelen insanlar günümüzde aranılan millet evsafını hâiz bir mozaik meydana getirmiş. Bugün Türkiye birbirine kenetlenmiş insanların meydana getirdiği şanlı bir millete beşiklik etmektedir. Ve ben milletimiz derken ırkçılık mülahazalarından bütün bütün uzak kalarak, Anadolu insanının tamamını kastediyorum.

Cenâb-ı Allah milletimizin her ferdinin katkıda bulunacağı böyle bir dirilişe bizleri muvaffak kılsın. Bu iş, bir takım işidir. Her fert kendi şahsı itibarıyla başarılı olamayabilir, bazıları düşüp dökülebilir. Fakat biz "Yâ Rabbi! Bizimkini imece usulü kabul buyur." deriz. İçimizden biri cesurdur; diğeri zekidir, aklını iyi kullanıyordur, bir başkasında adanmışlık ruhu aşkındır; öbürünün görüntü ve temsili iyidir... Bir araya gelir, elele verir, nefislerimizi katıp karıştırırız.

Nasıl ki, Efendimiz (sav) bazen az bir yiyeceği topluyor, mübarek ellerini onun üzerinde gezdiriyor ve o azıcık yiyecek yüzleribinleri doyuracak bir keyfiyet alıyordu. Birkaç insana ancak yetebilecek kadarlık bir yemekle binlerce insan doyuyordu. Biz de elimizde neyimiz varsa onu samimiyetle ortaya koyar, milletçe elele verir ve ellerin en güzelinin bizim üzerimizde de gezmesini bekleriz. Cenâb-ı Hak da murad buyurursa bizim o beraberliğimize bir kutbiyet, bir gavsiyet ihsan eder. Dolayısıyla, bizim dirilişimiz bir takım çalışmasına vâbestedir.

Minnet

Minnet ne demektir? Dinimize hizmet ederken başa kakan, minnet eden bir insan durumuna düşmemek için hangi hususlara dikkat edilmelidir?

Miras kavgaları

Soru: Günümüzde toplumumuzun önemli yaralarından birisi de miras kavgalarıdır. Miras taksimi yüzünden kardeşin kardeşe düştüğü, aile içi anlaşmazlık ve küskünlüklerin ortaya çıktığı görülüyor. Miras taksiminde mümince tavır ve davranış nasıl olmalıdır?

İslam, insanın hem ahiret hayatı ve uhrevî çizgisini belirleyen, hem de dünyevî hayatını belli bir nizam ve düzen içinde götürmesini temin eden değerler manzumesidir. Dolayısıyla her meselede olduğu gibi, miras konusunda damümince tavır ve davranış, Allah’ın hoşnutluğunu esas alarak dinin hükümlerine riayet etmek ve din, kime ne hisse vermişse ona rıza göstermektir.

Fedakârlık ve objektif hüküm

İnsan bu konuda bazı fedakârlıklarda bulunabilir. Mesela imkânları bulunan, maddî durumu iyi olan bir insan, kendine düşen miras hakkını almayıp kardeşine verebilir. Fakat buna karar verecek olan şahsın kendisidir. Böyle bir fedakârlıkta bulunmadığı takdirde diğer mirasçıların yapması gereken, dinin vaz’ etmiş olduğu hükümlere göre her hak sahibinin hakkına saygı göstermektir.

Bu durumu izah adına, kalb ve ruh ufkunun soluklandığı ocaklarda “şeriat”, “tarikat” ve “hakikat” unvanlarıyla formüle edilen bir yaklaşımı burada ifade etmek istiyorum. Buna göre, “şeriatta, şu senindir, bu da benim. Tarikatta bu, hem senindir hem de benim. Hakikatte ise bu, ne senindir ne de benim.” Yani hakikatte her şey Allah’ın olup, insanların ellerindeki her şey onlarda sadece emaneten bulunur. Şimdi, bir vahidin üç yüzünü teşkil eden bu üç unsur arasında, bütün insanlar için objektif ve bağlayıcı olan, şer’-i şerifle belirlenmiş olan hükümlerdir. İslâm fıkhında, ferâiz başlığı altında hangi vârisin ne miktarda mal alacağı tafsilatıyla açıklanmıştır. Bu açıdan miras taksimi yapılırken, din-i mübin-i İslâm’ın kuralları esas alınarak herkes hakkına rıza göstermelidir.

Başta daifade edildiği gibi bu konuda bazıları fedakârlıkta bulunabilir. Mesela bana, babamdan, dedemden miras kalan bir mal gösterildiğinde ben şahsım açısından:

“Dünya geçicidir, burada kalınmaz,
Ne kadar mal olsa, murad alınmaz,
Gafil olma sakın, geri dönülmez!
Yürü dünya yürü, sonun virandır.
Meded bundan sonra ahir zamandır.”

diyerek, hisseme düşen malı elimin tersiyle itebilirim. Fakat böyle bir düşünceyi genelleştirme ve başkalarından hissesine düşen mallardan vazgeçmesini bekleme, insan tabiatıyla telif edilemeyen bir beklentidir ve böyle bir arzu ve talep insanlar arasında hoşnutsuzluklara sebebiyet verir. Bu açıdan bir kez daha ifade edelim ki, miras taksiminde objektif olan dinin emrettiği hükümlerdir.

Ahiret korkusu olmayan insanların vuruşmaları

Günümüzde miras paylaşımıyla ilgili problemlere gelince, kanaatimce asıl mesele çağımızdaki mala, paraya karşı aşırı hırs ve düşkünlük ve yakışıklı olmasa da bir halk deyişinde ifade edilen “Rabbena hep bana” mülahazasıdır. Aslında bir insanın hem “Rabbena” demesi, hem de Rabbe muhalefetin bir ifadesi olarak “hep bana” demesi, Allah’a saygı ve hak düşüncesiyle telif edilemez. Bu, malperestlik ve dünyaperestlikten kaynaklanan bir mülahazadır. Ne yazık ki, insanlarda dinî duygu, dinî düşünce ve Allah’a hesap verme şuuru zayıfladıkça bu tür heves ve hırslar öne çıkmaya başlıyor. Diğer bir ifadeyle din ve iman noktasında zafiyet yaşanması, dünyanın ebedi zannedilmesi, tevehhüm-i ebediyetten kaynaklanan bitip tükenme bilmeyen arzu ve emellerin birbirini takip edip gitmesi ve bunların bir türlü doyma bilmemesi günümüzde bu tür problemlere sebebiyet vermektedir. Dolayısıyla bütün bu olumsuz duyguları baskı altına alabilecek bir şey varsa o da dinin bu mevzuda vaz’ ettiği hükümlere rıza gösterme ve dünyanın fani olduğuna inanmadır. Dünyanın faniliğine dair efkâr-ı millete mal olmuş pek çok söz söylenmiştir. Mesela;

“Bindirirler cansız ata, indirirler zulmete;
Ne ana var, ne ata, örtüp pinhân ederler.
Ne kavim var, ne kardeş, ne eşin var, ne yoldaş,
Mezarına bir çift taş, diker nişan ederler.”

***

“Çeşm-i ibretle nazar kıl dünya bir misafirhanedir,
Bir mukim âdem bulunmaz ne acib kâşanedir,
Bir kefendir akıbet sermayesi şâh u geda,
Bes, buna mağrur olan Mecnun değil de ya nedir?”

***

“Mala, mülke mağrur olma, deme var mı ben gibi;
Bir muhalif rüzgâr eser savurur harman gibi.”

ifadeleri bunlardan birkaçıdır.

Dünyanın hakikati bu olduğuna göre, bence mal başında kavga etmeye lüzum yoktur. Fakat insan tabiatında mala karşı aşırı düşkünlük bulunduğundan, eğer bu duygu İslamî terbiyeyle kontrol altına alınmazsa her zaman bu tür problemlerle karşılaşmak mümkündür. Nitekim bir gün Aşere-i Mübeşşere’den Ebu Ubeyde b. Cerrah (radıyallahu anh) Bahreyn’den çok miktarda mal getirdiğinde ashab-ı kirâmdan bazıları, ondan pay almak için beklerken, Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), mealen şöyle buyurmuştu: “Allah’a yemin ederim ki, ben sizin fakr u zarurete düşmenizden endişe duymuyorum. Ben asıl, sizden evvelkilerin sahip olduğu gibi geniş imkânlara sahip olmanız ve onların birbirini çekemeyip, rekâbet edip helâk olmaları gibi sizin de birbirinize haset edip helâk olmanızdan korkuyorum.” Evet, makam sevgisi, menfaat hırsı, çok mal elde etme arzusu, kıskançlık duygusu gibi zaaflar insan hayatını tehdit eden birer virüs gibidir ve bunlar insanın bedenini değil, ruhunu öldürürler. Oysaki insan kalıbıyla değil, ruhuyla insandır. İnsanın ruhu ölünce, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle o, hayvan gibi, hatta hayvandan daha aşağı bir duruma düşer.

Kendi değerlerimizden kopuş ve doyma bilmeyen hırslar

Ne yazık ki, insanlar kendi değerlerini yitirdiklerinde kıymet-i harbiyesi olmayan bu tür şeylere dilbeste oluyor, arzuladığı bir menfaati elde etmek için ölesiye bir hırsla onun kavgasını veriyor. Eğer insanlar ciddi bir ruhî ve kalbî terbiye görmez ve onların içinde dinin emirlerine saygı duygusu geliştirilmezse toplum içindeki bu tür marazların önünün alınması mümkün değildir. Evet, kapkaççılıkların, hortumlamaların, iktidar hırslarının, tahrip etme duygusunun, milletin başına tebelleş olarak ona çeşit çeşit tagallüpler, esaretler, tahakkümler yaşatmanın arkasında hep aynı husus vardır. Bu itibarla, biz, bizi zapturapt altına alacak, doğruya yönlendirecek, birer hesap ve murakabe insanı haline getirecek dinamiklerden uzaklaşınca, yaşanan bunca sıkıntıları da tabi görmek gerekir.

Evet, dini değerler hayata hayat kılınmadığı sürece, toplumdaki bu tür problemlerin üstesinden gelmek mümkün değildir. Siz her şakînin arkasına bir tane hafiye taksanız, bu defa onlar hafiyelerle ortak olur; olur da daha organizeli, daha sistemli kolektif hırsızlıklar, kolektif hortumlamalar başlar. Bunun önüne geçmek için onların arkasına da bir adam takmanız gerekir. Ancak onu da kendilerine benzetebilirler. İşte Hazreti Pir’in ifadesiyle bütün bu sıkıntıların üstesinden gelmenin yolu, kalblere bir yasakçı koymaktır. Kalbinde Allah korkusu bulunan bir insan, yere düşerken bir başkasının ayakkabısına bassa, bu basmayla ayakkabı ne kadar yıprandıysa “Bunun hesabını Allah bana sorar” düşüncesiyle, ayakkabının sahibini bulup ona: “Elimde olmayarak senin şu ayakkabına bastım. Hakkını helal et.” der. Bu düşüncedeki bir insan yemek masasına oturduğunda da, “Acaba benim ağzıma götürüp getirdiğimbu kaşıkta bir başkasının hakkı var mıdır?” der ve hayatını hep disiplin bariyerleri arasında götürür.

Sadaka taşları dile gelse…

Bu düşüncedeki insanların yaşadığı Osmanlı döneminde, toplumdaki nezahet ve ruh nezafetini görme adına, zannediyorum zekât ve sadaka taşlarına bakmak yeterli olur. Bildiğiniz üzere, birileri zekât ve sadakalarını götürüp o taşlara bırakıyor, ihtiyacı olan insanlar da, ihtiyacı kadarını oradan alıyordu. Böylece veren süm’ave riyâ tehlikesinden kurtulmuş; alan da minnet altında kalmamış oluyordu. Veren, Allah Resûlü’nün lal u güher beyanlarından biliyor ki, verilen gizli sadaka, ateşin suyu söndürdüğü gibi Rabbin gazabını söndürür. Başka bir hadis-i şerifte ise Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) arşın gölgesinde gölgelenecek yedi grup insanı sayarken bunlardan birisinin de “sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyen insan” olduğunu buyurur. Bu hadisi, “sağınıza verdiğinizi solunuzdaki kimse bilmeyecek” şeklinde anlamak da mümkündür. Yani siz bir yerde birisinin cebine sessizce bir şey bırakacaksınız ama sol tarafınızdaki insan onun farkına varmayacak. İşte sadaka taşlarına bırakılan paralar, aynı zamanda o insanların karakterlerini de aksettiriyor. Onların Allah rızasına ne kadar kilitli insanlar olduğunu gösteriyor.

Bu tarz bir infak anlayışından, aynı zamanda, toplumun genel ahlakının da oturmuş olduğu ve herkesin birer disiplin ferdi haline geldiğini anlıyoruz. Çünkü ihtiyacı olan birisi gidiyor ve sadaka taşlarından ihtiyacı kadarını alıyor. İslam’a göre kendisine zekât verilen bir insan, nisaba malik olmayacak kadar alabilir. Hatta belki daha hassas davrananlar, sadece o günlük ihtiyacını alıyor ve “yarın Allah kerim” diyorlardı. Bir başkası daha gidiyor, yine çoluk çocuğunun ihtiyacını alıyor ve gerisini bırakıyordu. İşte böyle bir mevzuda bu kadar hassas hareket eden bir insanın bir arpa çalmasına ihtimal verilemez. Şimdi Allah’a, hesaba, mahşere, cennet ve cehennem mülahazasına bağlanmış bu insanlar bence ne bekçiye, ne polise ne şuna ne de buna ihtiyaç duyarlar. Düşünün ki, Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm)henüz kız çocuklarının diri diri gömüldüğü, her türlü ahlaksızlığın işlendiği, Mehmet Akif’in;

“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,
Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi,
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin,
Salgındı bugün şarkı yıkan tefrika derdi.”

ifadeleriyle anlattığı cahiliye dönemindeki insanlardan öyle bir toplum inşa etmişti ki, o dönemde bir-iki hadise dışında hırsızlık hadisesi bilmiyoruz. İki-üç zina şayiasından başka yaşanan bir ahlaksızlığa da şahit olmuyoruz. Aynı şekilde, çok geniş bir coğrafyada, milyonlarca insanın yaşadığı Devlet-i Âliye döneminde de, bu tür yüz kızartıcı hadiselerin parmakla sayılacak ölçüde az ve sınırlı olduğunu görüyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, İslam terbiyesiyle hakiki insanlığa ermiş bu terbiye-gerdelerin kurdukları dünyada, bütün bir toplum âdeta ahiretle irtibatlı gibi yaşamış. Evet, onlar cennet yolunda yürüyor gibi yaşamış ve her adımlarını cehenneme kayarım mülahazasıyla atmışlar. İşte onların bu hassasiyeti dünyayı da yaşanır hale getirmiştir. Âdeta cennetin bir koridoru haline gelen bu dünyada, cennet zevklerini ve insanca yaşamanın hazzını duymak mümkündür. Bugün ise, özür dileyerek ifade etmek istiyorum, her sokakta kaç tane bu tür yüz kızartıcı hadisenin yaşandığı belli değil! Dolayısıyla asla unutulmamalıdır ki, bizi biz yapan değerleri yeniden bulacağımız ana kadar, doyma bilmeyen hırslar, miras kavgaları gibi kargaşa ve keşmekeşlikler devam edip gidecektir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.